Site icon Karınca Misali

İstanbul Sözleşmesi Değerlendirmesi

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzalandığı için “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan bu sözleşmenin aslında resmi ismi “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” dir. Her ne kadar “aile içi” ifadesi kullanılsa da aslında “aile” kavramını da sözleşmenin bir çok yerinde reddeden ve yok sayan bu sözleşme, yıldırım hızıyla 08.03.2012 tarihinde ülkemizde yasalaştı.

Bizim kanunumuzdaki ismi ise: AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN. Daha önceki yürürlükte olan 14/1/1998 tarihli ve 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlükten kaldırılmıştır.

Herkesin sadece kendi açısından değerlendirdiği bu konuyu sizlerin de değerlendirebilmeniz için aşağıda ilgili kanun ve sözleşmenin linklerini paylaşıyorum:

İlgili 6284 Nolu kanun için tıklayabilirsiniz.

Sözleşmenin sitesi için tıklayabilirsiniz.

Sözleşmenin metni için tıklayabilirsiniz.

Bu konu bir taraftan üzeri kapatılıp unutturulurken, bir taraftan da aileleri çökertmeye ve toplumun temel dokusunu tahrip etmeye devam etmektedir. Bu sebeple uzun fakat inşallah istifade edilecek bir şekilde değerlendirip, ilgili maddelere atıflar yaparak paylaşmak istiyorum. Mesele algı yönetimi yapıldığı şekliyle “kadın hakları vs.” ile ilgili olup olmadığına sonrasında siz de karar verebilirsiniz.

Genel Değerlendirme

Öncelikle her iki metnin de başlığında aynı kalıbı görüyoruz. Yani “Kadın Ailede Şiddet görüyor.” Aslında özet konu bu. Ancak “ailenin korunması” falan gibi algıya mesaj veren isim kullanılıyor. Sözleşmede de, kanunda da aileyi korumak ve devam ettirmek üzerine bir tane atıf bile yok. Peki neden “Kadına Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” şeklinde bir yeni kanun çıkartılmamış da “aile” eklenerek kullanılmış?

Çünkü o zaman yürürlükteki “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” kaldırılamazdı. Yani mesele kadına şiddetin önlenmesi değil sadece, “aile” kavramını toplumun değerlerinden soyutlayacak şekilde kanuna bağlamak. Bu bir yorum değil zira sözleşmenin 3ncü maddesi “c” bendinde açıkça şu ifadeler yer almaktadır:

toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun
olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır
.”

Sözleşmenin ana mantığını bu “toplumsal cinsiyet” ifadesi oluşturuyor. Nitekim Madde:4/3 de bu ifadeye ilave olarak “toplumsal cinsiyet kimliği” ve “cinsel yönelim” de kullanılıyor. Yani sözleşmede aslında kadın, erkek ve diğer sapık gruplar da mağdur olabilecek kategoriye alınıyor. Ancak tedbirler ve detay hükümlerde sadece “kadın” üzerine hükümler içeriyor.

Bu arada bir detayı da paylaşmış olayım; sözleşme, kadının doğrudan kadın oluşu ile ilgili yani cinsiyeti üzerinden oluşan şiddet olaylarını maddelerken, bizim kanunda mağdurun kadın olması yetiyor. Yani bizde cinsiyeti ile ilgili bir şiddet oluşması gerekmiyor.

Özet bir kıyas yapmış olursak; bizdeki kanun ilgili sözleşmeden daha tehlikeli ve çelişkili. Sözleşme toplumun başta “din” olmak üzere bütün değerlerini yok sayarken, bizdeki kanun buna tabi olduğunu özet geçip, “yok saymaya” ceza hükümleri ilave ediyor.

Her iki metin de gayr-i İslâmidir! Yani Müslümanların dinen tasvip edebileceği metinler değillerdir. Müslümanlıkta; insanı, kadını, erkeği ve “rolleri” yaratıcı belirler! İnananlar da Allah’ın belirlediği rollere itaat ederler. Kıvırıp, kendi keyiflerine uydurmaya kalkmazlar.

6284 Sayılı kanun ve Sözleşme İlişkisi

Madde-1/2/a:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ve yürürlükteki diğer kanuni düzenlemeler esas alınır.

Yukarıdaki madde uyarınca kanun sözleşmenin çekincesiz ve eksiksiz esas alınacağını belirtmiş oluyor. Yani sözleşme maddelerinden kanunda madde madde belirtilmeyenler de geçerlidir, tanınmıştır. Ayrıca kanun sözleşmede dahi olmayan daha enteresan maddeler ihtiva etmektedir.

Genel olarak bakıldığında bu sözleşme, hedefini “Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetten arınmış bir Avrupa yaratmayı hedef edinerek…” şeklinde ifade etmektedir. Onların değer yargıları ve toplum yapılarına göre değerlendirildiğinde, çok da anormal maddeler içermediğini baştan ifade etmiş olayım.

Bir çok konuda aynı normlarda anlaşabilen bu devletlerin sözleşmeye bakışı ile, tamamen farklı değerler ve toplum yapısına sahip Türkiye’mizin bakışı doğal olarak farklı olması gerekirken, sosyolojiyi alt üst eder derecede “aydınlanma” ezikliğinin tezahürü gibi, kraldan fazla kralcı olup atladığımızı üzülerek görüyoruz.

Aile açısından dünyaya kuracak bir cümlesi olmayan bir Avrupa ve toplumun çekirdeği olarak en temel yapısını “aile” olarak tanımlayan bir Türkiye! Ve buna rağmen ilgili sözleşmeye “çekince” koyan Avrupa ülkeleri… bodoslama hepsine “tamam” diyen ve ilk imzayı basan Türkiye…

İlk olarak sözleşmeye bakalım:

Sözleşmenin kilit tanımı “toplumsal cinsiyet!” Madde-3/C:

“toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun
olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve
özellikler olarak anlaşılacaktır”

Özetle toplumun kültürü, değerleri, dini inancı gereği, TOPLUM YAPISINI oluşturan bütün değer ve inançlar bu sözleşme ile feshedilmiş oluyor. Aslında “aile” de bu tanımın içinde oluyor doğrudan. Yani sadece bu tanımla bile bir toplumun herhangi bir problemini çözmek amacıyla hareket edilmediği çok net ortada. Aslında toplumun bu sosyolojik yapısının kendisini bizzat bir şiddet sayabiliyor. Yani toplumların inançlarına, kültürüne vermediği yetkiyi bu sözleşmeyi imzalayan zümre, kendinde görüyor.

Yine bu şiddet tanımı ile başka bir tehlikeli yol açan ifade de, bu şiddetin ihtimalini bile aynı kategoriye koyarak, hukuk açısından da çıkmaza sürüklenecek bir art niyetli tutum takınılıyor.

Psikolojik ve ekonomik şiddet de yerini almış sözleşmede. Mesela iş mahkemelerinde “mobing” olarak geçen bu psikolojik şiddete ilişkin dava açmak istediğinizde, avukatların “ispatlamak çok zor hiç girmeyelim kaybederiz” diye peşin hüküm belirtiği bu konuda, konu bu sözleşme olunca durum değişiyor.

Bu arada 18 Yaş altı kız çocukları için bu tabir tamamen kaldırılıyor ve bebek bile olsa “kadın” olduğunu maddeye bağlamışlar.

Sözleşmenin 6ncı maddesinde taraflara “toplumsal cinsiyet bakış açısı katacak” şeklinde bir görev de yüklüyorlar. Bu toplumsal cinsiyet konusunu cinsiyet eşitliği falan gibi kıvırıp kıvırıp insanileştirmeye kalkanların algı çalışması yaptıkları çok net. Zira yukarıda da paylaştığım gibi sözleşmedeki tanım ve ne kast edildiği çok net.

Sözleşmenin finansal boyutu

Bu kadar “insanı” bu işin içine sokmanın “fikir” açısından mümkün olmadığı belli. Haliyle bir çok insanlık ve toplum zararına yapılan organizelerde olduğu gibi finansal menfaat kullanılıyor. Sözleşmeye göre taraf olan devletler, uygun kadrolar ve konuyla ilişkilendirilen bütün aktivitelerin finansmanını sağlamak zorunda bırakılıyorlar.

Yani bütün bu hikayenin finansörü yine bizleriz. Bununla da yetinmemişler bu işten nemalanacak kadrolar kısıtlı olur diye bir madde daha eklemişler:

Sözleşmenin 9ncu maddesi uyarınca devletler, bu “mücadelede”, “aktif rol oynayan sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını her düzeyde takdir ve teşvik edecek ve destekleyecek ve bu kuruluşlarla işbirliği gerçekleştirilecektir.”

Dünyada sırf sömürgeci zalimlerin keyifleri için açlıktan, susuzluktan ve şiddetten ölen milyonları hiç umursamayan tipler ve kuruluşların “kadını koruma” aşkı aslında bu maddelerde gizli!

Devlet desteğini kendi kurdukları sivil toplum kuruluşlarına bile zorunlu yaptırıyorlar. Yetmiyor ablalara! Bir de duygusal tatmin ekliyorlar maddeye “her düzeyde takdir ve teşvik edecekler.” Öyle sıradan mülki amirler falan olmaz! Cumhurbaşkanı dahil “her düzeyde” takdir edin bakim!

“Aferin!” der gibiler değil mi?

Hadi takdir etmeyin bakalım neler oluyor? Bir gazeteci takdir etmeme gafletinde bulundu bu ablaları ve 81 ilde aynı anda hakkında dava açtılar. Kenevire vurdu kendini adamcağız, 5G’ye bağlandı! Bu konuya değinen kalmadı, bir iki cümle yazanlar sildi hemen geçmişlerini bile… Çünkü takdir etmekle baş görevli Cumhurbaşkanımız bile takdir etmeyenleri tekdir etti hemen ve konu kapandı!

Zira artık AKP yönetiminin rızasını hayat gayesi yapan ve bundan geçinenler, sosyal medyada işareti aldığında, bir çullanışta hak-batıl birbirine katıyorlar. İnsaf, ölçü, akıl, mantık hak getire…

“kök kazıma” tanımları…

Bu toplumsal cinsiyet kılıfını biraz daha detaylandırdıkları Madde-12’deki Genel yükümlülükleri buyurun beraber okuyalım:

“Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.

Dehşet verici ifadeler değil mi? İlk cümle başlangıcında algıya dokunuyor “kadınların daha aşağı olduğu düşüncesine” ifadesiyle… Zira bunu tasvip eden olmaz zaten. Ancak asıl niyetini “veya” ile devam ettirip kusuyor!

“Törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların” cümlesindeki “diğer uygulamaların” dini uygulamalar olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yok. Peki ne yapacaklarmış, “kökünü kazıyacaklarmış” “Kültür Bakanlığı” olan bir ülkede bu kültürü de kazımak için kanun çıkartılıyor. Tabi her şey kadın erkek eşitliği için yersen!

Öğrencileri de unutmamışlar tabi… Bu kök kazıma sürecine dahil edilmeleri işini de MEB başta olmak üzere yine bizim devletimize yüklemişler.

“…öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için gerekli tedbirleri alacaklardır.”

Yetinmişler mi sizce? Tabii ki hayır!

“…eğitimin yanı sıra, spor, kültür ve eğlence tesislerinde ve medyada yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır.”

Erken evlilikleri de es geçmemişler

Erken evlilik tabiri sözleşmede geçmiyor aslında. “Zorla evlendirme” olarak kullanmışlar. Ancak Madde-37/2 komedi bir ifade kullandıkları için ben de başlık olarak “erken evlilik kullanmak durumunda kaldım. Sıkı durun ifade şu:

“…söz konusu yetişkini veya çocuğu evliliğe zorlama amacıyla kasten kandırılarak götürülmesinin cezalandırılmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”

Yanlışlıkla kandırırlarsa ve mağdur kasten kanarsa ne olur onu bilmiyorum;)

Bu arada madde-3/f bendinde: “kadın” terimi, 18 yaşından küçük kızları da kapsayacaktır.” deyip bu maddede “yetişkin” ve “çocuk” ifadelerini kullanmaları ayrı bir çelişki. Belki de kandırılan kadın olmayan türleri kast etmiş olabilirler.

“Taraflar bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak,
arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır.”

“…mağdurun ifadesine veya şikayetine bağlı olmaksızın ve mağdurun
ifadesini veya şikayetini geri çekmesi durumunda dahi devam edebilmesini temin
edeceklerdir.”

GREVIO (Uzmanlar Grubu)

Şartları Madde-66 den başlayarak verilen bu uzmanların, taraf ülkelerin tamamında muaf oldukları konuları paylaşayım:

a- kişisel tutuklanma veya gözaltından ve kişisel eşyalarına el konulmasından muafiyet,
resmi yetkileri dahilinde konuştukları veya yazdıklarının ve tüm eylemlerinin her türlü
yasal işlemden muafiyeti;
b- ikamet ettikleri ülkeden çıkarken ve ülkelerine dönerken ve görev yaptıkları ülkeye
giriş ve çıkışta, dolaşım özgürlüğüne uygulanabilecek kısıtlamalardan muafiyet;
görevlerini yerine getirme sürecinde ziyaret ettikleri veya transit geçtikleri ülkelerde
yabancı olarak kaydedilmekten muafiyet.

“Görevlerini yapmak üzere gerçekleşen ziyaret sırasında GREVIO üyeleri ve ülke ziyaret
heyetlerinin diğer üyeleri gümrük ve döviz kontrollerinde, geçici resmi görev yapan
yabancı hükümet temsilcilerine sağlanan kolaylıklar ve hizmetlerden yararlanacaklardır.

GREVIO üyelerine ve ülke ziyaret heyetlerinin diğer üyelerine, tam bir konuşma özgürlüğü
ve görevlerini yerine getirdikleri süre içinde tam bir bağımsızlık temin etmek amacıyla, söz
konusu kişilerin bu görevleri sona ermiş olsa bile, görevlerinin yerine getirilmesi sırasındaki sözlü veya yazılı ifadeleri ve her türlü eylemleri, yasal işlemlerden muaf tutulmaya devam edilecektir.

Peki bu kadar yetkilerle serbest adeta ajan olarak ülkelerde görev yapacak bu ekibi denetleyecek bir mekanizma var mı? Kısmen var.

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, muafiyetin adaletin işlemesine engel olduğunu düşündüğü durumlarda ve GREVIO’nun çıkarlarına zarar vermeksizin kaldırılabileceği durumlarda gerçekleşir.”

Zaten konu Türkiye olursa böyle olduğunu “düşünmezler” ve kimse bunları denetleyemez, sorgulayamaz ve tutuklayamaz.

Sözleşme sonu:

İngilizce ve Fransızca olarak yazılan bu sözleşmeden tarafların talep bildirimi ile çekilme şansları var. Belirtilen bazı niteliğe dair maddelere çekince koyma şansları da var.

Yani bu beladan kurtulmak için de 2111 yılını beklemek zorunda değiliz çok şükür!


Gelelim 6284 Nolu Kanuna:

İlk olarak vurgulayalım ki, önceden de belirttiğimiz gibi kanun sözleşmeye tabi.

“Şiddet uygulayan” tanımına “uygulama tehlikesi” olan da dahil edilmiş. Burada “ihtimal” ile “tehlike” nasıl ayırt edileceğine dair bir açıklama yapılmamış.

Kanunda dikkat çekici unsurlardan birisi “koruyucu kararlar” diğeri “önleyici kararlar”. Bu kararlar hakim tarafından veriliyorlar. Özetle:

Koruyucu kararlar: Mağdura yeni bir yerleşim yeri imkanı sağlanıyor. Ortak oturulan yere de “ortak mülk” şerhi koydurabiliyor.

Önleyici kararlar: Bu durumda mağdur evde kalıyor. Ev ona tahsis ediliyor. Şiddet uygulayan veya uygulama tehlikesi olan eve yaklaşamıyor vs. bir çok madde daha var yaptırım içeren ama önemli bir fark olarak da “mağdurun talebi olmaksızın” hakim tedbir nafakası adında bir de nafakaya hükmedebiliyor.

Tedbirler ilk seferde 6 aya kadar uygulanabiliyor ve mağdurun, bakanlığın ya da kolluk kuvvetlerinin talebi olursa aynen uzatılabiliyor.

Kanunun kilit maddesi 8/3:

Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir.”

İşte bu madde ülkemizde en çok kötüye kullanılan ve gerçek mağduriyetlere sebep olan madde diyebiliriz. “Kadının beyanı esastır” diye hükmediyor mahkemeler ve bir hukuk cinayetine imza atılıyor.

Ayrıca uygulamada delil ve belge aranmadan “koruyucu madde” devreye sokulur deniyor ama bu sadece acil bir tehlike anı için uygulanabilir. Maddenin devamındaki “önleyici karar” geciktirmeksizin verilir hükmü uygulandığında şöyle bir fiili durum yaşanıyor:

Kadının sadece beyanı ile kocası evden uzaklaştırılıyor, nafakaya hükmediliyor. Bu durumda kadın eğer art niyetli ise ki çok örnekleri yansıdı basına, adamın ailesinin evinde, çoluk çocuğu ile ve adamın parası ile haram bir hayat yaşanabiliyor. Böyle bir ağır durum karşısında da çoğu zaman cinayetler yaşanıyor. Belki de cinayet boyutuna hiç gelinmeyecek bir aile sorunu, bu kanunun kötüye kullanıma müsait oluşu ile cinayete varan sonuçlara varıyor!

Madde-16/3

“Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu ile ulusal, bölgesel ve yerel yayın yapan özel televizyon kuruluşları ve radyolar, ayda en az doksan dakika kadınların çalışma yaşamına katılımı, özellikle kadın ve çocukla ilgili olmak üzere şiddetle mücadele mekanizmaları ve benzeri politikalar konusunda Bakanlık tarafından hazırlanan ya da hazırlattırılan bilgilendirme materyallerini yayınlamak zorundadır…” Şeklinde izlenme oranlarının yüksek olduğu saatlerde yayın zorunluluğu şeklinde devam ediyor.

Bu arada biz kanun yapıyoruz ama eklenen aşağıdaki madde ile resmen bu tür sözleşmeleri, kanunlarımızın üzerinde tutacağımızı yine kanunlaştırmışız!

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla ulusal kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda çıkabilecek ihtilaflarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü eklenmiş, bu çerçevede CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi de ulusal düzenlemeler karşısında üstün konuma getirilmiştir.


ANALİZ

Toplum yapımızı ciddi etkileme gücüne sahip bu sözleşme ve ona tabi kanunu yukarıda detaylı olarak değerlendirmeye çalıştım. İfadelerin asıllarını paylaştım ve sizin de tamamını okuyabileceğiniz linkleri de verdim ki, herkes kendisi de değerlendirebilsin istedim.

Bu son kısımda da bu değerlendirmeler ışığında bir analiz paylaşıyorum:

Şiddet!

Öncelikle şiddetin cinsiyeti olmaz, cinsiyetle doğrudan ilgili bir takım suç unsurları varsa, bunlar ceza kanununa girer ve net olarak tanımlanır. Bunlar da tek bir cinse özel olmaz. Yani kadının cinsel özelliklerine yönelik bir suç işlenmesi mümkün olduğu gibi, erkeğin de cinsel özelliklerine göre suç ve şiddet unsuru pek ala olabilir.

İkinci olarak şiddet riski şiddet tanımı ile aynı yaptırıma tabi tutulmaz. Bu iki konuda doğrudan temel hukuk kaideleri çiğnenmektedir.

Asıl cinayet ise “kadının beyanının esas alınmasıdır.” Bu madde hukuk tarihine en az, bir dönem ülkemizde seçimlerde uygulanmış “açık oy gizli sayım” kararları kadar leke bırakır.

Genel olarak sözleşmede de kanunda da şiddetin oluşmamasına yönelik nitelikli bir madde bulunmamaktadır. Şiddetin sebebi olarak ise hedefe koydukları toplumların gelenek, kültür ve inançları! Sadece bir madde de şiddet uygulayan alkol vs uyuşturucu alıyorsa ayrıca tedbir falan yazmışlar bir şeyler ama şiddetin işlenme sebebi olarak uyuşturucu ve alkolü hiç değerlendirmiyorlar. Halbuki bu tür suçların bir çoğu alkollü işlenmektedir.

Ülkemizde şu an yayınlanan güncel veriler olmamakla birlikte, dünyada paylaşılan rakamlar ortalama eş şiddeti olaylarının %70’inin alkollü yaşandığını gösteriyor. Bu oran cinayetlerde %85, intiharlarda %90 gibi oranlarda açıklanıyor.

Ancak güya aileyi koruyup, kadını ayrıca korumayı amaçlayan bu metinlerde sebepler ve sebeplerin analiz edilmesi gibi hedefler yok. Örneğin “GREVIO” denilen “uzmanlar” yaşanan olaylarla ilgili çalışmak üzere görevlendiriliyor. Zaten toplumların kendi yapılarını düşman ilan edip yola çıktıkları için çözümün değil, sorunun tarafında olduklarını akıl sahiplerine açıkça ilan etmiş olan bu “cinslerin”, aile ve toplumla aralarında düşmanlık olduğu kanaati metinden anlaşılabilir.

Derin analiz…

Tam da burada biraz daha derine inelim…

Bu “cinslerin” “kökünü kazımayı amaçladıkları” toplumların, kültür, gelenek ve “diğer uygulamaları” malumdur ki, inanca bağlıdır. Hangi toplum olursa olsun, hatta kabilelerde bile kültürü şekillendiren inançtır.

Dünyada toplumların büyük çoğunluğunun da toplum yapılarını Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık oluşturuyor. Müslümanlık hariç diğerleri tahrif edilmiş olsalar da toplum yapılarında eski dönemlerdeki inanışlarının normları ve tecrübeleri etkili olmaktadır.

Bu bağlamda aslında son dönemlerin bu “cinsiyetsiz” cinsleri, aslında bu dinlerin kaynağı, yani yaradılışa savaş açmış türlerdir. Son asırlarda gizliden gizliye kustukları hep bu yaralarının iltihaplarıdır. Siyasette ve bilimde son asırlarda bu kusmalarından beslendiler. Sıra tohumlar, hayvanlar ve nihayetinde de yaradılış formuna uygun insana kadar geldi.

İnsan, toplumdan soyutlandığında, yalnızlaştırıldığında çok daha zayıf bir hedeftir. Toplumla ilk organik bağı da ailedir. Uzun zamandır fıtrat/yaradılış düşmanı bu cinsler, bu bağı türlü bahane ve araçlarla koparmaya çalışıyorlar. Günümüzde teknoloji de araçlarına ekleyen bu cinsler, bana göre bu tür sözde sözleşmeler ile de siyasi ayağını gerçekleştiriyorlar.

Cinslerin, bu şeytani hedefin farkında olup olmamaları önemli de değil sonuç olarak ama bizim farkında olmamız lazım. Onların büyük çoğunluğu bu işlerden doğrudan veya dolaylı maddi rant sağladıkları için dahil oluyorlar, bazıları da cinsliklerine yenik düşüyorlar. İnsan olma temelinden, koparılıp önce kadın erkek olarak ikiye sonra da türlü sapıklıklarla parça parça bölünüyorlar. Zira bu kafa yutulmayı kolaylaştırıyor.

Toplumla veya daha geniş anlamda fıtratla/yaradılışla uyumsuz, kavgalı olan her kanun, her düşünce ve her hareket insanın zararına sonuçlar doğurur! İnsanın huzuru ve hakları için adım atmak isteyen herkes, bu hikmete uymak zorundadır. Atomdan, gezegenlere her şeyde bir sistem ve hikmet olduğunu görüp bu sistemin kurucusu olan Allah ve O’nun kanunları ile zıt olan hiçbir işte hikmet ve hayır olamaz! İnsanlığın durumu bunun delili olsa gerek. Bu kadar imkanlar içinde, nasıl da zorbalıklar ile hem insan hem dünyanın bütünü zarara, zulme uğratılıyor.


Farkındalık:

Bu konuyu bu şekilde detaylı ele alışımın sebebi, siyasi olarak muhalif tarafta olan, yani “fox” vb. kanallar dışında farklı kanallardan gündemi hiç takip etmeyen bir yakınım oldu. Kendisine “İstanbul Sözleşmesi”nden bahsettiğimde hiç duymadığını öğrendim. Konuya dair en küçük bir bilgisi yoktu.

O zaman düşündüm ki; toplumun yarıya yakın kısmından bu konu gizlenmiş olabilir. Zaten diğer yarısında da konuyu kaynattılar. Çünkü maalesef ülkemizde muhalefet, iktidarın yanlışları üzerinden siyaset yapmıyor, kendilerine uymayan konulara odaklanıyor ve doğru yanlış onlar için fark etmiyor. Dolayısı ile doğru söyledikleri zamanlarda da inandırıcılıkları kalmadığı için iktidar, gündemi istediği gibi değiştirebiliyor.

Maalesef bu ve benzeri sebeplerle bu konu gündemden düştü. İnşallah farkındalık oluşmasına ve konunun halkımız tarafından incelenmesi ve kanaatleri yönünde tepkilendirmesine bu yazım da bir vesile olur.

Cezalar:

Bu sözleşme ve kanunda suçun kapsamı genişletilmekle birlikte cezaların caydırıcılığı nedense değerlendirilmiyor. Aynı evde yaşayan, eş vs. olursa ceza artar kabilinden bir madde var ama uygulamada sonuç vermediğini görüyoruz.

Çözüm çok basit. İslami ceza hukuku devreye alınsın, 1400 yıllık istatistik günümüze de nasıl yansıyor görülsün. Suç oranlarındaki artış, tuik verilerinde de net olarak görülebilir. 25 yaşında bir herif aynı suçtan 27 sabıkalı olup, 28nci kez suç işleyebiliyor bu ülkede. Fıkra gibi değil mi… Bir yerlerde tuhaflık yok mu?

Bazı İstatistikler

Son olarak bu sözleşme ve kanunun hayata geçirilişinden sonraki tuik verilerine dayanan bazı istatistikleri paylaşayım:

Yani bir anlamda bu süreçte aile sayısı %36 azalmış oluyor. Bu durumda yetkililer, aileyi mi yoksa bir şeyleri aileden mi koruyorlar anlamak zor…

Yine sözleşmede de olmayan ama madde-16/3’e bizim sıkıştırdığımız “kadınların çalışma yaşamına katılımı” ile de aile yaşantısının ilişkisinde fikir verebilecek bir istatistik:

2012-2019 yılları arasında kademeli olarak “erkekler tarafından işlenen kadın cinayetleri” 210‘dan 474‘e yükselmiş. Bu da sözleşmeyi değerlendirmede en net istatistik olsa gerek!

Şiddetle ilgili cinsiyete değil, olaya özgü yaklaşım sergilenmesi gerektiğini bir kez daha belirterek yine tuik verilerinden ilginç bir istatistik ile sonlandırıyorum:

Buradaki “dövme” oranlarına “tokat” dahil değil. Bildiğiniz dövme rakamları. Hakaret, azarlama, tokatlama gibi diğer eylemlerde de açık ara anneler önde. (“Kadınlar” demiyorum ne olur ne olmaz:)

Şimdi bunun sebeplerini analiz edip, adım atmak mı doğru olur; yoksa çocuk beyanıyla çocuğuna hiç şiddet uygulamayan anneler de dahil; anneyi sokağa atıp, bir de çocuğa harçlık bağlanmasına hükmetmek mi? Ödeyemeyen anneyi haczedip, toplumdan dışlayıp, evi barkı çocuğa tahsis etmekle aile korunmuş mu olur?

Selam ve Dua ile…

Fatih SAFİTÜRK / 19.12.2020

Exit mobile version