Kamuda Tasarruf Tedbirleri yazımdan, devletin ve az da olsa halkın asıl rolüne dair fikir edinmek mümkün olduğundan, siyasetteki yerimize dair bazı konuları paylaşmak istiyorum.
Normalde halklar savaş, inanç ve toplumun genel değerleri gibi konular haricinde, gelişen olaylara blok halinde tepki vermezler. Her gelişme ve yaşanan olay da bu ana konular yönünden değerlendirilir ve bu toplumun yapısını gösterir.
Ancak içinde bulunduğumuz dönemde, özellikle de iletişim imkân ve tercihlerinin de etkisiyle, bambaşka bir süreç yaşıyoruz. Bütün toplumların “aynı” iletişim araçlarını kullanmaları ve bu araç sağlayıcılarının da aynı kaynaklardan beslenmiş olmaları sebebiyle; aynılaşan toplumlar çağını yaşıyoruz. Zaten bir asra yaklaşan bir süreçte sinema, radyo vs. dönemin araçlarını da ellerinde tutanlar aynı olduklarından, çok da zorlanmıyorlar.
Halklar ise çoktan hazırlanmıştı bu duruma. Nelere üzülecekleri, nelere sevinecekleri hatta hangi komik dizinin neresinde gülecekleri bile öğretiliyordu uzun yıllardır. Bu “tektip” toplum tasarımları için devlet yönetimleri de ellerinden gelen gayreti gösterdi doğrusu. Devletler, “ayakta kalma koşulu” olarak halka dayattıkları türlü yöntemler ile bu sürecin en büyük yardımcılarıydılar.
Yani şimdi sürekli suçlanan “internet” daha yokken de halklar benzer şekiller de güdülüyordu.
Hatırlayalım…
İlanından çeyrek asır sonra ancak seçim yapılan bir cumhuriyet ilanı… Kıyafet, dil, alfabe değişikliği dahil türlü zorlama ve baskılar… Değişen dil ve silinen geçmiş sonrası ise; yeni bir “tarih”, yeni “kahramanlar”, yeni “hainler”, yeni “trendler”!…
Kısa sayılacak bir sürede inançları ve değerleri için başlatılan “Kurtuluş” mücadelesinden çıkan halkımızdan, uğruna savaştıkları her şeylerini içerden destekle almıştı düşmanlar.
1950’li yıllara gelindiğinde kadınların başları, ya tam ya da yarım açılmıştı çoktan. Kafa kapalı olsa etekler dizlerde olurdu henüz o yıllarda bile. Toplum yapısını “kökünden kazımak” için , o zamanlarda da “kadın” istismar ediliyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi…
Filmlerde “aşk” diye bir edepsavar kullanılıyordu. “Aşk” kelimesini de, bu kelimeyle ifade edilen bütün masumiyetleri de kirlettiler daha o dönemlerde. Hani şimdi susak ağızlı sözde Müslümanların bile “yeşil çam” diye övdükleri, Osmanlı döneminde başlamış ve sonrasında da hız kazanmış o rezalet yıllarıydı.
Komşuları, bakkalları, akrabaları, hocaları, patronları vs. herkesi sapık yaptıkları o dönemlerden bir tek köy enstitüsü mezunu sözde “milli” öğretmenler sağ çıkabilirlerdi.
Ünlü arsız bulamadıkları dönemlerde, çizgi karakterler ile kadın teşhirciliğini başlattıkları mecmualardan, sinema sayesinde çok çabuk, veled-i zinalar, evlerini terk etmiş şöhret peşindeki arsızlar ve gayr-i Müslim kökenli ailelerin evlatlarından, topluma yön verecek sayılara ulaştılar.
Şarkı, türkü derken, tayt giyen adamlar, çıplak gezen kadınlar faslını iki tane de “dönme” devşirerek devam ettirdiler.
Aynı dönemlerde Kur’an okuyanlar baskına uğrayıp, işkencelere ve idamlara maruz kalıyorlardı bu arada…
Siyasi iktidarlar, bu zorbalıklara imza atarken, bir yandan da “Milli Eğitim” aracılığı ile nesilleri dinsiz yapmaya devam ediyor, bir yandan hukuk yok ediliyor, bir yandan da ne kadar sapık varsa “kültür” adı altında devlete ve dolayısı ile halka mal ediliyordu.
Gelelim günümüze…
Size “hatırlayalım…” bölümündeki paylaştıklarım çok da yabancı gelmemiştir herhalde. Bence tam olarak aynı yönde devam ediyoruz. 1980-2000 arası biçim değiştirip biraz durulsa da, 2000 sonrası geçen yirmi yılda eski formları yakaladılar insî şeytanlar.
Siyasiler çoğu zaman ve çoğu devlette bu işin planlayıcısı olmazlar. Onlar araçtırlar. Tıpkı işgale uğrasaydık bize yapamayacaklarını, “içimizden” çıkarttıkları tipler ile yapabildikleri gibi, şimdi de aynı yöntem ile devam ediyorlar.
“Bizden” sandıklarımız ile, “roller” saldırıya uğruyor ve aile kurumumuz parçalanıyor. Başörtüsü için mücadele edenler, annelik hariç her şey için çırpınan makyajlı, feminist tesettürsüz “kapalılar” icat ettiler. Bu arada kanunlar aynen duruyor. Yani şu anda kanunlar uygulanmadığı için başörtüsü sorununu “çözüldü” sanıyoruz.
Sorun bizim Müslüman oluşumuzdu. İslâmî kuralları hayatımızda istemediğimiz sürece neye taptığımız zaten önemli değildir. Sanki siyaset, karşı tarafa “siz bana bırakın, ben onları öyle bir İslam’a yönlendireceğim ki, sömürge düzenine alkış bile tutacaklar” deyip müsaade istemiş gibi…Bu minvalde, okumamış olanlar için tekrar tavsiye edeceğim► Artık “özgür” müyüz?
Sağ-Sol kavgaları, Sinema, Müzik derken Futbol, en büyük kitleleri yönlendirmeye yarayan en etkili ürün oldu. Roma’dan, Bizans’tan bu yana halkı uyutmak için kullanılan oyunların, son asrımıza damga vuran bu türü de pandemi sürecinde etkisini yitirdi.
Futbol gibi halkı yönlendirme araçlarının bence temek iki özelliği var:
1-Fikir kullanılması gerekmediği için, en büyük genelleme kitlesine erişim sağlanmış oluyor.
2-Fikrini kullanmayanların toplu halde yönlendirilmeleri için geriye hissiyat kalıyor ve bu hissiyatta da en derin etkisi olan “taraftarlık/taraf olma” tahrik ediliyor.
Bu sayede 3-4 takıma böldükleri koca bir halkı istedikleri gibi yönlendirmiş oluyorlar. Hatta olur da yanlışlıkla maçları veya pozisyonları düşünürken beyni çalıştırıp, bunun bir spor falan olmadığını şirketler üzerinden yürüyen bir endüstri olduğunu fark eder insanlar diye; “yorumcu” denilen ajanlarını devreye sokup halkı 1-2 kutup etrafında topluyorlar. Yani hazır sürü bulunca çobanlık kaçınılmaz oluyor..
Siyaset, futbolu da geçti…
Bence gelinen süreçte siyaset, futbolu da geçti ve ilk defa doğrudan kendisi ile kitle yönetmeye başladı. Demek ki artık siyaset de futbol seviyesine indi! Özellikle de son çeyrek asırda üretilen insan tipi, sosyal medya ile çok daha ucuza, çok daha kolay yönlendirilmeye başlandı. Öyle ki, bu durumu fark eden yazılı, görsel eski basın yayın kuruluşları hemen saflarını belli edip “tarafsız” rollerini bırakmak durumunda kaldılar.
Çünkü algılarla çok kolay ve hızlı kutuplaştırılan bir toplumda orta yollu bir yaklaşım tarzı azınlıkta kalmak demekti. Gün geçtikçe arası açılan taraflardan kendi hayat bakışına veya finansörlerinin isteğine en uygun olan tarafta buldu; gazeteci, yazar, televizyoncu kim varsa kendisini…
İlk başta bir belirsizlik yaşansa da durumun basitliği hemen cezbetti bu ekipleri. En geri zekalının bile çok kolay bir şekilde başarabileceği normlar vardı:
- Kendini karşı taraf üzerinden tanımlamak çağıydı artık, bu bir kimlik ve karakter sahibi olmak zorunluluğunu ortadan kaldırıyordu…
- Doğru ve yanlış gibi kavramlar gerçeklikten kopmuş ve algı, belirleyici olmuştu. Yani kendi tarafının dediği mutlak “doğru”, karşı tarafınki de mutlak “yanlıştı.” Her halde de %50 cepteydi yani.
- Memlekette olanları, halkın ihtiyaç ve şikayetleri gibi konuları araştırma devri bitmişti. Zaten halkın kendisinin gönderdiği haberler üzerinden toplumdaki kötü örnekler paylaşılıyor ve sadece kötüleri kötüleyerek, kendilerini “iyi” zannedebiliyorlardı. Hatta zannettirebiliyorlardı da…
Zaten tutarsızlıkları ve çark edişleriyle meşhur siyaset mesleği de artık daha rahattı. Aynı durumlar üzerinden, sosyal medyadan ülke yönetmeye kadar getirdiler işi…
Yerel ölçek siyasetçilerden, belediye ve yan kuruluşlarda beslenen kadrolara, kaymakamlardan, valilere kadar herkes kabinenin hareketleri ve icraatlarına göre konum belli ederek yaşayabiliyorlar artık. Zaten son sistem değişikliği ile valilerin ya görevi kalmadı ya da belediye başkanları ile kanka olmak gibi yeni bir görevleri var.
Yeni tarz…
- Bütün beyni donmuş modeller, önce ellerinde telefon bir olay bekliyor. Bu bir kedinin direkte mahsur kalışı, virüse aşı bulunması veya yeni yapılan bir köprünün açılışı olmuş hiç fark etmez. Herkes kendi tarafından önde gelen “şeflerinden” hamle bekliyor.
- Ama parti sözcüsü, ama bir gazeteci veya bakan, elbet biri çıkıp bir açıklama yapıyor konuyla ilgili. Bu arada onlar da artık açıklama için doğrulama falan beklemiyorlar. “Sosyal medyanın ayıbı olmaz” deyip sazan gibi atlıyorlar hemen algı yönüne doğru.
- Ve iki taraf için varlığını ispat etme süreci başlıyor. İlgili ilgisiz hemen herkes siyasetin aktif bir oyuncusu oluyor ister istemez.
Bunlar olurken de olmayanlar unutuluyor tabi… Mahallesi çamur içinde yüzen vatandaş da, SAYIŞTAY raporlarında usulsüzlükleri ispat edilmiş belediye yöneticileri de, bütün gün masa başında uyuklayan memur da… arada kaynıyor.
Bu bahsettiğim kesimler maalesef çoğunluk! Bana da bir başka kesimi hatırlatıyor. FETÖ cüleri! Fetöcülerin bu kadar çabuk çoğalıp, “dava”larına sadık olmalarını dindarlıklarıyla açıklamak ancak dinsizlerin yapabileceği bir izah olsa gerek. Halbuki çok basit bir sırları vardı: MENFAAT! Taraf oluyorlardı ve kazanıyorlardı. Bu kadar basit. Tıpkı yukarıda paylaştığım senaryo gibi…
Artık…
İşte bu “basitlik” sırrı hala geçerli. Hemen alıcı buluyor ve çok çabuk kapışılıyor. Peki halka yani bize ne oluyor?
Biz neden her meseleyi, bu tezgahtan beslenenler gibi okumaya çalışıyoruz?
Genel Seçimlerde %3 üzeri oy alan her parti yıllık olarak aldığı oy oranına göre hazineden para alır.
Son rakamı paylaşayım: 5 partinin cebine indirdiği bu yıllık yardımın toplamı tam 481.790.000TL (AKP,CHP,HDP,MHP,İYİ P.)
Bunlara maaşları ve ilave olarak da hemen her alanı kapsayan sağlanan maddi imkanları, yine her alanda kullanıma müsait şöhreti vs. kattığınızda bu iki tarafın “it dalaşı” aslında çok da anlamsız değil!
Hadi partiden değil ama oradan buradan bir şekilde kadro kapmış olan beslemeleri de anlıyorum kısmen…
Soruyu tekrar sorayım: Bize, yani halka ne oluyor?
Farkında olmadan bu MENFAAT düşkünlerine taraf olursak acaba onların yaptıkları zulümlere de taraf olduğumuzu düşünebiliyor muyuz?
Hadi onlar “Allah’ın ayetlerini az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyi” (Bakara Suresi/41) bile bile göze alıyorlar. Biz, neye taraf olduğumuzun farkında mıyız?
Yoksa bize bu “bile bile” yapılan tercihe katılıyor muyuz? Hem de İbrahim Sûresi 3ncü Ayet-i Kerîmede ifade edildiği gibi: “dünya hayatını severek ahirete tercih eden sapıklık içinde” olmak bizi korkutmuyor mu?
Bediüzzaman Hazretleri bu “tercih” ile ilgili çok daha acıklı bir tespit yapıyor: “…bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.” şeklinde özetliyor. Buradaki “düstur” kelimesi, durumun vahameti için çok önemlidir. Yani artık bu bir kaide, kural olmuş. Nadiren yapılan bir tercih değil…
Siyasette Halkın Ölçüsü
Bediüzzaman hazretleri, bulunduğumuz şartlarda siyasete ilişkin olması gereken bakışı “ehven-i şer” olarak tarif ediyor. Müslüman yalnız siyasette değil, her meselede İslâm’ı ölçü almak zorundadır. Ancak bizlerin, hele hele son dönemlerde doğrudan İslâmî olan meselelerde bile siyasi yönden değerlendirme yaptığımızı gözlemliyorum…
Artık parti teşkilatları normal vatandaşın yarısı kadar çalışmıyor! İhaleyi vatandaşa yıktılar, kenardan semiriliyorlar. Bizim halk olarak görevimiz, seçim zamanı sandığa gidip, daha az şerlisine oy vermek! Hayır, yalnız Allah’ın dilediğindedir.
Gün gün gündemi takip etmek, taraftarlık duygusu ile yakın akraba dahil kırıp geçirmek, hakkı batılı ters çevirmek bizim işimiz de haddimiz de değil!
Hayatı, siyaset üzerinden okumak…
Bizler, hayatı siyasetçinin gözünden okuduğumuzda, diş ağrısına tutulmuş bir vücut gibi yaşıyoruz. Vücudun diğer organları, kendi vazifelerini de yapamaz hale geliyor. Bütün hayatı diş ağrısı gibi yaşıyoruz. Allah’ın bize lütuflarından olan hayat nimetini, politize etmelerine izin vermemeliyiz. Kendi dümenlerine bizi sürekli dahil edişlerinden kurtulmalı ve hayatı Kur’an üzerinden okumalıyız.
Aksi halde, “Bismillah” ile puthane açılışı seyredip, bir de buna dua eder hale gelebiliyoruz.
Siyasilerin aralarındaki “kavga” gösterilerine itibar etmeyelim. Maaşlarına yapılacak zammı görüşürken ki şakalaşmaları ve şen şakrak halleri bizi uyandırmaya yetmeli. İstanbul sözleşmesi gibi gayr-i İslâmi her konuda nasıl anlaştıklarını fark etmemiz lazım. Siyasetçilerin şahsî ibadet ve Kur’an tilaveti gibi İslâmi konuları kullanışlarına kanmamamız gerekiyor.
Biz, onların bu halleri üzerine bir hayat yaşamıyoruz ama yaptıkları yasalarla hüküm altına alınıyoruz. Yani yaptıkları yasalara dikkat edelim ve batıla taraf olmayalım inşallah.
İnsâniyet…
İslâm dininin, inşa etme hedefindeki insaniyet ile günümüz beşeri sistemlerinin hedeflediği insanlık arasındaki farkı iyi anlamamız gerekiyor.
Pandemi sürecinde bütün dünya devletlerinin, aslında %100 sağlığı düşünmediklerini ve buna göre kararlar almadıklarını bir senedir izliyoruz. Bütün devletler, kendi kararlarıyla veya akılla, mantıkla çelişen o kadar fazla karar aldılar ki; kararların sağlık yerine ilk olarak ekonomiye göre alındığını en saf insan bile anlayabilir.
Her şey bu kadar aşikarken, açık açık yaşanıyorken; bize biçmek istedikleri geleceğe koyun sürüsü gibi yürürsek, bizden sonraki nesillerin de vebalini yüklenmiş olabiliriz. Bu, sürü arayan çobanlara en güzel cevap, hayatlarımızı onların istediği gibi dizayn etmek yerine; “îmân ettiğimiz” İslâmiyete göre şekillendirmek olacaktır.
İslâm, hayatın her alanını kuşatan bir sistemdir. Bazı eksik amel bunaklarının zannettiği gibi “sadece kalpte yaşanan bir inanç” değildir. Örneğin: İslâm’ın haram ettiği israfı kaldırabilirsek ve emrettiği iktisadı yaşayabilirsek; bunların tüketim dünyası başlarına yıkılır. Kanaatkar olup, hırstan kurtulursak, banka ve faiz düzenleri yere batar. Dünya bereketlenir, geçim kolaylaşır.
Dolayısıyla da nazarımızı bunların uydurma dünyalarından çekersek, mukabilinde bizden aldıkları insânî özelliklerimiz ile insâniyetin devamını sağlayabiliriz. İnsanlığın, îmân ve İslâm haricinde bir kurtuluşu yoktur. Bile bile ve seve seve bu yanılgıya kapılmayalım inşallah. Bunun için de, bu karanlık ve puslu ortamı sağlayan siyaset gibi güçlerin çekim ağından uzak olalım.
Vatandaşlık görevimiz gereği oy kullanmak gibi, gördüğümüz yanlışa ilgili kanallar üzerinden müdahale etmek gibi uygulamaların ötesinde, bu beslemelerimizin, bir de salyalarını izleyip, girdaplarına kapılmayalım inşallah.
Siyasetçi olmayan kardeşlerime bazı tavsiyeler:
- Özellikle sosyal medyada karşılaştığınız konularda “beğeni” dahil herhangi bir tepki vermeden önce , durumun İslâmî açıdan değerlendirmesini mutlaka hesaba katalım.
- Mümkün olduğu kadar partizan paylaşımlardan kaçınalım. Memleketteki yaşanan gelişmeleri takdir etmek istediğimizde kendi duygularımızı ve ifadelerimizi kullanalım. Hazır görselleri kullanmaktan kaçınalım.
- Yakınlarımızdan sürekli parti paylaşımı yapıp bizi siyasi ameleliğe ittirenleri uyaralım. Hatta uyarılardan da ders almayıp bizi kendi siyasetlerine gömmek istemeleri halinde, sosyal medyadan gizleyelim veya engelleyelim. Normal hayatta ise bu yanlışlarından dönmeleri için uygun dille ikaz edelim ve bağı kopartmayalım.
#siyasetbizdenuzakdur
Bu bağlamda bir haftadan başlayıp, süreyi geliştirmeye yönelik hedeflerle, siyaset harici paylaşımlar yapmayı deneyelim mi?
Çevremize de bu yönde rica ve yönlendirmede bulunalım. Bakalım siyasetin dışında bir hayatımız kalmış mı?
Toplum olarak kendimizle yüzleşelim!
Ne dersiniz?
Fatih SAFİTÜRK / 03.01.2021