Asgari Ücretlilerin Asıl Mağduriyetleri

Her yıl olduğu gibi bu yıl da klasik haline gelen aynı metinler çoğu aynı insanlar tarafından seslendirilip yine asıl sorunların üzeri kapatılacak. Bu konuda biri bu konulardan sorumlu vali yardımcısı olmak üzere bizzat görüşmelerim ve cimer gibi uygulamalar aracılığı ile de konuyu yetkililere ilettiğim olmuştur. Lakin bahsettiğim sorunları şaşkınlıkla dinlemelerinden başka bir gelişme olmuyor.

Bu arada bu vesile ile paylaşmış olayım ki, ilk zamanlar “AKİM” sonrasında Bimer ve en son haliyle Cimer yolları ile talep, şikayet ve önerilerimi vatandaşlık görevi de olarak aktif kullanmışımdır. Eskiden çok etkili uygulanan bu mecraların, git gide etkisini kaybettiğini ve memurdan memura gönderilen vatandaş hatıralarını hatırlatan, dosyadan dosyaya ilgili ilgisiz yönlendiren bir mecra halini aldığını üzülerek görmekteyim.

Asgari ücretlilerin konusunda da yıl sonları sergilenen bu tiyatronun özeti; işveren istihdam kozuyla tehdit eder, işçi temsilcileri gerçek mağduriyetleri dillendirmek yerine abartılı rakamlar üzerinden şov yapar ve hükümet de görünürde aralarını bulur. Sonra da işin şov kısmını bakan kimseye kaptırmaz ve bir rakam açıklar. Bu rakamı açıklarken ki gururu, her masum Anadolu insanında “bizim için cihad ediyorlar” hissi uyandıracak kadar coşkulu olur.

Bu kadar toplanıp, toplanıp basit bir kurban pazarlığı yapılmıyordur herhalde. Yani konu sadece para miktarı olmasa gerek. İşte bizimle paylaşılan sadece Asgari Ücret Miktarı olunca gerisi kaynıyor. Bu doymak bilmeyen muhteris işverenlere, prim yardımından tutun, yaptıkları parti giderlerinin hatta ödedikleri tazminat vb. ödemelerin bile vergiden düşüldüğünü de biz nasıl olsa bilmeyiz.

Malum yıl sonları aynı zamanda, iş adamlarımızın “yatırım, büyüme” gibi kılıflarla devlete vergi ödememek için yaptıkları hırsızlıkların bir de haberlere yansıyan soytarılık zamanlarıdır ülkemizde. Neyse biz şimdilik bu danışıklı ve “yeminli” hırsızlıkları değil, asgari ücretlilerin asıl mağduriyetlerini değerlendirelim. Bu uygunsuzluklarla çalışandan çalınan miktarı asgari ücrete %100 zam yapsalar da karşılamaz.

İşletmelerin Çalışma Hayatındaki Uygunsuzlukları

1.Çalışanların iş kanununda belirtilen çalışma sürelerinin üzerinde çalıştırılması:

Kurumsallaşma süreçlerini başarıyla tamamlamış ulusal işletmelerin haricindeki orta ve küçük ölçekli işletmelerin genel çalışma saati haftalık 60-72 saat olarak uygulanmaktadır. Yapılan bu çalışmalara fazla mesai ücreti de ödenmemektedir. Ayrıca fazla mesai ücreti ödenmek istense bile haftalık 60 saat üzerinden hesaplandığında yıllık 780 saat, 72 saat çalışma üzerinden hesaplandığında 1404 saat yıllık fazla mesai yapmaktadır ki, bu süre yasal azami fazla mesai limiti olan yıllık 270 saatin 3-5 katıdır. Yani hiçbir şekilde bu çalışma saatleri kabul edilebilir değildir.

                Geneli asgari ücret üzerinden ödeme yapan bu tip işletmeler çalışma saatleri dikkate alındığında AGİ ödemesi de yapmadıklarından; haftalık 60 saat çalışma üzerinden ödedikleri net maaş fazla mesai çıkılsa 800 Liranın altında, haftalık 72 saat çalışma üzerinden ödedikleri net maaş da 150Liranın altında olmuş oluyor. Yani asgari ücretin de %50-90 oranında büyük bir kısmını bile aslında ödememiş oluyorlar. ( Bu hesaplamalara resmi tatil çalışmaları da dâhil edilmemiştir. Hafta sonu mesaileri de günlük mesai oranı olan %50 üzerinden hesaplanmıştır. Yani taban hesaplarıdır.)

                Belirtilen yasal sürenin üzerinden yaptırılan çalışmalarda ayrıca yaşanan bir uygunsuzluk da mola süreleridir. Yine aynı tip işletmelerde ki bu işlemeler yerel bazda çok ciddi bir çoğunluğu oluşturmaktalar, yemek ve istirahat molaları tam kullandırılmamaktadır.

                Yaşanan bu uygunsuz durumun istihdama da doğrudan çok olumsuz etkileri olmaktadır. Bedeli ödenmeden elde edilen bu iş gücünün, çalışan nüfusuna göre %12-14 bandında olan işsizlik oranımızı düşünürsek istihdamın çözümü olacağı da aşikârdır. Nitekim orta ve küçük işletmelerde bedeli ödenmeyen fazla mesai oranı %15-60 gibi geniş bir bantta seyretmektedir. Tabandan alındığında bile sorunun maliyetsiz çözümü ortadadır.

Yani devlet, çalışma saatlerinin iş kanununa uyumunu sağladığı an işsizlik biter! İşletme gerçekten haftada 60-72 saat iş gücüne ihtiyacı varsa yeni bir personeli mecbur alır. Eğer bu iş gücüne ihtiyacı yoksa da zevk olsun diye çalışanını sömüremez. Nasıl olsa “beleş” diye fazla mesai yaptıramaz.

2.Çalışanların resmi tatil günlerinde fazla mesai ödenmeden çalıştırılması:

Belirtilen tip işletmelerde resmi tatillerde sürekli çalışma yapılmasına rağmen fazla mesai ödenmez. İşçi bayramı dâhil bütün resmi tatil günleri için maalesef genel uygulama bu şekilde sürdürülmektedir. Örneğin; Yerel işlemelerin resmi tatillerde açık olmalarına rağmen bir tane fazla mesai formuna rastlanabileceğine ihtimal dahi vermiyorum.

3.Çalışanların yıllık izin haklarının kullandırılmaması:

İşletmeler, yasal çerçevede belirlenmiş yıllık izin haklarını çalışanlarına ya hiç kullandırmıyor ya da bir kısmını kullandırmak suretiyle bu hakkı da gasp ediyorlar. Bazıları da zorunlu tek parça halinde kullandırması gereken izin sürelerini de parça parça mazeret izni gibi heba ettiriyor.

4.Çalışan maaş bordrolarının eksik düzenlenmesi:

Kurumsal olmayan işletmelerin önemli bir uygunsuzluk alanı da maaş ödemeleri ve bordro düzenlemeleri konusudur. Çok yaygın olarak maaşın asgari kısmını banka hesabına kalan kısmını da elden nakit olarak ödemekteler ve bordroda maaşı asgari gösterip vergi kaçırmaktalar.

Oysaki sadece maaş değil, personele sağlanan yemek, yol ve varsa diğer imkânlar dâhil tamamının bordroda gösterilip ona göre vergiye tabi olunması gerekiyor. Nitekim işletmeler bu tip harcamaları faturalandırıp vergiden de düşmekteler. Bu yaygın uygulama sadece vergi açısından değil; çalışanın emekliliği, işsiz kalması durumda işsizlik maaş ödeneği ve iş çıkışlarındaki kıdem ve ihbar tazminat ödemelerini de doğrudan etkilediğinden çalışanın ciddi mağduriyet konularından birisini teşkil etmektedir.

5.Çalışanlara görev tanımları belirlenmemesi ve her işte kullanılması:

Bu tip işlemeler çalışanlarının görev tanımlamalarını yapmamakta ve “herkes her işi yapacak” zihniyeti ile özel işleri de dâhil çalışanları ilgili/ilgisiz ve eğitimlerini almadıkları alanlarda bile çalıştırmaktadırlar. Bu yaygın uygulamanın ülke çalışma hayatına yansıyan bir olumsuz yanı da mesleki uzmanlığın önünde engel teşkil etmesidir.

6.Çalışanların iş güvenliklerine dikkat edilmemesi:

İşletmeler, gerekli eğitimler sağlanmadan ve teknik tedbirler alınmadan çalışma yaptırmaktalar. Bazı teknik olarak önlem alınması çok zor olan konularda da maalesef uygulamadan vazgeçmek yerine sorumluluğu çalışana atıp, tehlikeli uygulamalardan vaz geçilmiyor.

İş güvenliği açısından bu tip işlemelerde yaşanan diğer bir sıkıntılı konu da gerekli yetki belgesine sahip olmayan personellerin yaygın görevlendirilmesi konusudur. Örneğin; Forklift ehliyeti olmadan kullanımlar, SRC belgesi olmadan yolcu ve yük taşıma faaliyetleri vb.

7.Çalışanların iş çıkışlarında yapılan uygunsuzluklar:

İşletmeler çalışanların işten ayrılışlarında; SGK, işveren beyanı ile hareket ettiği için bunu koz olarak kullanıp, çalışanların tazminatlarında yarı yarıya pazarlık denemeleri yapabilmektedirler.

Bunun yanı sıra işten çıkışları kişiselleştirip çalışanların mağduriyetlerine sebebiyet vermek için Sigorta Kurumu’na kasıtlı usulsüzlük maddelerinden bildirim yapıp, işsizlik maaşı alınmaması için art niyetli uygulamalar da yapmaktalar. Bu yanlış bildirimlerin yaptırımı olmadığı için çok sık tercih edilen bir uygulama yolu ve art niyetli işletmelerin büyük bir kozu oluyor.

Çalışanlarına yönelik bu tespiti çok kolay ve çok yaygın uygulamaların yanı sıra mobing olarak hukukta karşılık bulan fakat ispatı zor durumlar ise kurumsal firmalarda daha sıklıkla yaşanabilmektedir.

Çalışanlarına yönelik bu şekilde uygunsuz uygulamalarla işleyişlerini sürdüren işlemelerin haliyle; faturasız mal alım ve satışları, kullanıma uygun olmayan adilikte ürün satışları, raf ve kasa fiyat farklılıkları, fahiş fiyat artışları, ruhsatsız çalışmaları, iş yerlerinin çevrelerindeki sosyal yaşamı olumsuz etkileme durumları gibi birçok konuda da aynı tutumları sergilemeleri kaçınılmazdır.

Denetim Yapılmıyor

Yukarıda paylaştığım sorunlar çözüldüğünde yani herkes görevini yapması gerektiği gibi yaptığında Asgari Ücret Bedelinin çok da problem olacağını sanmıyorum. İşveren temsilcilerinin önce işçilerin gasp edilen ve denetlenmeyen bu haklarıyla ilgili ciddi tavır almaları gerekiyor.

AGİ (Asgari Geçim İndirimi)

Yukarıda bir madde içinde geçen AGİ ödemesi de bu arada kaynamasın… Bu ödemeyi devlet doğrudan işçiye yapmalıdır! HES koduna kadar tc üzerinden her işlemi takip edebilen, doğumlarda çocuk ödemesini anneye yatırabilen devlet, AGİ ödemesini de isterse çalışana doğrudan yapabilecek kabiliyette olsa gerek! Bu ödeme, göz göre göre işçiden çalınmaktadır!

Cezalar ve Caydırıcılık

Arz ettiğim işletmelerin uygunsuzlukları somut olarak gösteriyor ki çalışma hayatında ahlak diye bir kavram yer almamaktadır. Ayrıca böyle bir gereklilik de yasal olarak beklenmemekte ve sadece maddi kâr amaçlı kurulmuş işletmelerin vicdanlarına konular havale edilmiş olmaktadır. Böyle bir vicdanın yokluğu da malum olduğundan temel çözüm yolu olarak ceza kavramı devreye girmektedir.

Maddeler halinde sıraladığım uygunsuzlukların birçoğu iş mahkemelerinde görülmekle birlikte bu sürecin işletmeler açısından caydırıcılığı ile ilgili bazı tespitlerimi de arz etmek isterim:

  • Belirttiğim yaşanan mağduriyetlere ilişkin bir denetime ben çalışma hayatım boyunca hiç rastlamadım ve başkasından da duymadım. Dolayısı ile denetim varsa da yetersiz olduğu muhakkak.
  • Denetim caydırıcı bir rol almadığı için geriye hukuki olarak “şikâyet/ihbar” yolu kalıyor. Şikâyet biraz daha kolay olmakla birlikte ihbar, ihbar edeni daha çok hukuki sorumluluk altında bıraktığından çalışanlar göze almıyor. Şikâyet konusu da aktif çalışırken haliyle yaşanmıyor.
  • Böylece yaşanan mağduriyetlerin hukuka yansıyan boyutu geçmişte çalıştığı sürede uğradığı haksızlıkları ispatlama zorluğunu yaşayacak işten ayrılanların çok düşük yüzdelerine kalıyor. Bütün ticari hayatını bu uygunsuzluklarla geçirmiş 20 yıllık bir yerel işletmenin kendisi değil duyduğu vakıa bile neredeyse olmamış oluyor. Yani bu hak arama oranı çok çok düşük olduğundan caydırıcı olmuyor.
  • Çok az oranda da olsa hakkını arayan çalışanı en az 1,5 yıllık bir hukuki süreç bekliyor. Bunun sonunda istinaf mahkemeleri, Yargıtay da ilave edildiğinde 3-4 yılı bulan süreler söz konusu.
  • Ayrıca bu süreçlerden sonra bile işverenin süreci yine uzatma ve icra mahkemesine gidilmesi gibi bir mecraya taşıma imkânı da oluyor. Yani haramilik hukuken zaman kavramı göz ardı edildiği için cezalanmamış oluyor. Uzun yıllar sonra işletme hala duruyorsa ve karar çıkmışsa bile çalışan zaten çekeceği çileyi çekmiş, bütün bu dava süreçlerinden peşin maddi yükü yüklenmiş oluyor.
  • İşveren ise davayı ve faiziyle maddi bir avantajı kaybetmiş gibi görünse de vergi matrahından düşebiliyor ve ödeyeceği bu bedeli ödemediği diğer bedellerin yanında önemli görmüyor ve hatta çalışanı süründürme egosuyla duygusal tatmin arıyor.
  • Cezalara işletmelerin bakış açıları kanun insanları tarafından fark edilmiyor. İşletmeler, bütün cezai müeyyide gerektiren ve kasıtlı işledikleri suçlarda matematik yaparlar. Örneğin ikinci maddede belirttiğim nedenden dolayı belki 100-200 kişiden elde ettiği haksız kazanç ile olası bir şikâyet durumunda ödeyeceği bedeli ve ihtimal oranını değerlendirip bilerek tercih yaparlar. Veya cezaların düşüklüğü nedeniyle ödeyeceği ceza elde edeceği kârdan düşük kaldığı sürece, bu eylemi suç görmezler; kârdan zarar olarak değerlendirirler.

Çözüm Önerileri

Yukarıdaki maddelerde izahını yapmaya çalıştığım problemler nedeniyle ve özellikle de son maddedeki işletme mantığı kaynaklı ceza miktarlarının ama daha çok ceza türlerinin değiştirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Bu görüşümle birlikte bazı ilave önerilerimi de paylaşmış olayım:

  1. Mevcut kanun ve yönetmeliklerde belirtilen denetim mekanizmalarının işlemediği sonuçtan yola çıkıldığında nettir. Bu mekanizmaların ama memur performans sistemi ama sicil kaybı ve emeklilik dahil yaptırımları kapsayan bir görev disiplini ile yürütülmesi sağlanmalıdır.

2. Çalışma hayatında aidat alma ve iş vereni devlet imkanlarından faydalandırma haricinde çalışma hayatının bütününe yansıyan ciddi bir misyon üstlenmeyen odalar ve benzeri kuruluşların Osmanlı dönemindeki localar veya Selçuklu dönemindeki Ahi teşkilatları benzeri bir çalışma ahlakı noktasında da müntesiplerine yaptırım rolü üstlenmeleri gerekmektedir.

Yürürlükteki siyasi partiler, dernekler ve odalar kanunlarına göre böyle bir rol mümkün görünmüyor ise, İş Kur başta olmak üzere, Belediyeler, Mesleki ve ticari odalar kooperatifler, SGK, vergi daireleri gibi geniş tabanlı yeni bir denetim mekanizması kurulmalıdır.

Akademik çevreler maalesef bedelini dolaylı olarak devletimizin ödediği danışmanlık, seminer ve eğitim gibi alanlardan kaynak sağladıkları için sermayeye bağımlı hissetmekteler ve sermayeyi çalışma ahlakı noktasında eleştiren bir makale bile yazmamaktadırlar.

3. Denetim mekanizmalarının sağlıklı işlemesi halinde tespit edilen suçlara ve kanunen suç sayılmasa da bariz art niyet tespit edilen ve kaynağını uygunsuzluk/kanunsuzluktan alan fiil veya uygulama tespitlerine de yaptırımlar uygulanmalıdır.

Örneğin yüzlerce çalışanıyla davalık olan ve bu davaları kaybetse bile kanunların gevşekliğinden bu tutumunu bir genel davranış haline getiren firmalar var. Ancak bırakın ceza görmeyi “bakan” eliyle taltif edildiklerini bile görebiliyoruz. Neden bu art niyetleri ve ahlaksız tutumlarından vazgeçsinler ki?

4. Belirlenen suç ve suç niteliği taşıyan çalışma ahlakına uygun olmayan benzer durum tespitlerinde aşağıdaki bazı yaptırımlar uygulanırsa caydırıcılık artacak ve sonuç alınabilecektir:

  • Vergi indirimlerinin iptali,
  • Teşvik, destek ve hibelerden yararlanamama,
  • İhale katılım yasakları,
  • İfşa ve ilan yolu ile manevi yaptırım uygulama

Fatih SAFİTÜRK / 21.12.2020

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!