(Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiye (1918-1922) Âzasından SEYİT NESÎB’in makalesinden)
Bir dinsizin imanın hassalarından olan, insanî faziletlerden yardım bekleme hakkı yoktur. Ve bir dinsiz nazarında mürüvvet, şefkat, insaf gibi kelimelerin hiçbir manası yoktur. Binaenaleyh insanî faziletler mutlaka din fikrinin mahsulüdür. Dinsizden fazilet değil rezalet doğar.
Dinsizin nazarında ancak hissiz, lâkayd, insafsız, merhametsiz bir tabiat ve bir takım kanunlar vardır.
Beşerin selameti herkesin dindar olmasını iktiza eder. Bu itibarla insanlar hiçbir zaman din hissinden tecerrüd, din ihtiyacından istisna edememiş ve edemeyecektir. İşte bu hakikate mebnîdir ki, Avrupalı mütefekkirler beşerin selameti için mâkul ve tabii bir din ittihaz etmeye teşebbüs etmişlerdir. Binaenaleyh bazı dinlerdeki mâkul olmayan akideleri kaldırarak, aklî ve felsefî bir din tasavvur etmeye başlamışlardır.
Nübüvvet ve Felsefe
Tarihen sabittir ki, nübüvvet, vahy ve ilham esaslarına dayanmayan fikir ve prensipler, ne kadar aklî ve mantıkî olursa olsun vicdanlarının rehberi ve iş ve hareketlerinin nazımı olamamıştır. Dünyanın hiçbir devrinde ve yerinde felsefe, dinin yerini tutamamıştır. Felsefe yolunda ve felsefî bir fikir uğrunda nefsini feda edenler nadirdir. Halbuki din uğrunda seve seve canını feda ederek şehadet rütbesini kazananlar sayılamayacak kadar çoktur.
Dinler tarihinin esas noktalarından birincisi Allah’ın birliği fikridir.
Yine tarihen sabit olduğuna göre, dinler içinde Allah’ın birliğini kabul edenler ancak nebilere mensub olan dinlerdir…
Ceride-i İlmiye, Sayı: 61, Sahife: 1937