“Din Adamları” Hocalar Maaş Alabilirler mi?

Hocaların hemen hemen hiç bahsetmediği konulardan biri olan ve aslında nasihatin tesiri dahil birçok konunun da anahtarı olan; “din hizmeti mukabilinde ne umulabilir?” konusunu işlemek istedik.

Hocalar maaş alabilirler mi?

İdarecilerle hocaların yakın olmaları hadis-i şeriflerle men edilmişken; onların maaşlı kadrolu çalışanı olunması nasıl izah edilebilir?

Allah için ömrünü adayan ve bu sebeple nafakasını temin edemeyen hoca veya alimlerin geçimleri nasıl sağlanır?

İmam, hoca, alim ve talebe kimlere denir ve hangilerine karşı cemaatin sorumlulukları nelerdir?

Yukarıdaki her bir soruya ayrı bir çalışma ile ancak muhtevalı bir cevap verilebilir. Nasip olursa da tek tek inşallah ilerleyen zamanlarda değinmek isteriz. Şimdilik bu soruları sormamızın sebebi, konunun farklı farklı boyutları olabileceği ve her durumun kendine has hususiyetler taşıyabileceğini akıllara getirmek içindir.

Yalnız sözle değil, amel ederek örnek olmak…

Hayatının en önemli hedefi iman hizmeti olan ve bu hedefe gitmede en önemli hususiyeti ihlası olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, bu ihlastaki sırlarından belki de en önemlisi; bu hizmetler karşılığında kimseden bir şey beklememek ve hatta beklememenin ötesinde kabul de etmemek olsa gerektir.

Sadece sözle değil, bir ömür fiili olarak da uyguladığı bu düsturuna istinaden, hediye dahi kabul etmediği, bilinen bir hususiyetidir. Çok özel durumlar hariç bu düsturunu vefatına kadar çok tavizsiz uyguladığını hem eserlerinden, hem talebelerinden hem de şahitlerin hatıralarından okumak mümkündür.

Risale-i Nur Külliyatında bu düsturun hikmetini izah edildiği bir çok bölüm var. Biz bu yazımızda Mektubat eserinin kısa bir bölümü olan İkinci Mektup‘u aşağıda paylaşmak istiyoruz. Açıklamalar eklemeden orijinal haliyle aynen aktarıyoruz. İsteyenler mavi renkli görünen eser ve ilgili bölüm kelimelerinin üzerine tıklayarak kelime açıklamalı siteden de okuyabilirler.

İkinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ    وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ   

O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.

SALİSEN: Bana bir hediye gönderdin; gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba istinat eder.

Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler إِنْ اَجْرِىَ إِلاَّ عَلَى اللهِ     اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ (Benim mükâfâtımı vermek ancak Allah’a aittir./Yunus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47.) diyerek insanlardan istiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin’de اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ (Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun./Yâsin Sûresi, 36:21.) cümlesi, meselemiz hakkında çok mânidardır. 

Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikîye ait şükrü, senâyı zâhirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat’î kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu ve temellukten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.

Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen birşey sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.” (İbni Haceri’l-Heytemî, Tuhfetü’l-Muhtâc li-Şerhi’l-Minhâc, 1:178.)

İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzünden, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya velî tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer-hâşâ-ben kendimi sâlih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a’mâle mukàbil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!