Tarih ve Tekerrür

Aşağıda paylaştığımız bölüm, aynen Eşref Edib‘in 1972 yılı baskılı Kara Kitab isimli kitabından alıntıdır. Yorumsuz olarak düşünebilen zihinlere sunuyoruz:

Zavallı millet, bilmiyordu ki, ezanı Muhammedî üzerindeki kelepçenin kalkması, yeni halâskârların candan, gönülden istedikleri bir şey değildi. İş gürültüye geldi de çâr naçâr bu karara boyun eğdiler. Tabii yeni gelen milletvekilleri işlerin iç yüzüne, yeni halâskârların iç inançlarına vakıf değildiler. Onlar, artık her şeyler düzelecek, kırılan dökülenler yeniden yapılacak, din ve vicdan hürriyeti üzerindeki bütün kayıtlar kalkacak zannederlerdi…

Halbuki demokrasi ve din-vicdan hürriyeti mübeşşirleri (!) gayet kurnazca; ezanı Muhammedînin ihyası hareketini önlemeye çok çalışmışlardı…

Şimdi size soruyorum: 1950 seçimlerine tekaddüm eden günlerde saman çöpü haline getirilen onbinlerce vatandaş huzurunda, “Biz artık bu memlekette şeriatı yaşatmayacağız” diye 33 dereceli küstah bir baş farmasonun Ezan-ı Muhammedînin Kur’an lisanıyla, Peygamber Efendimizin diliyle okunmasından memnun olduğunu ve yasağın kaldırılmasını candan, gönülden istemiş bulunduğuna inanır mısınız?

Fakat zavallı millet her şeye inandığı gibi, buna da inandı. Her zillete katlandığı gibi, bu küfür ve şenaata, bu zillete de katlandı. İşlerin iç yüzünü vakıf olanlar ise, sandalye ve koltuktan başka hiçbir şeyin değişmediğine, maneviyat sahasında aynı zihniyetin, aynı ruhun devam ettiğine ve edeceğine tamamen mütmein idiler. Fakat millî galeyanlar zamanında hak ve hakikat üste çıkamaz. Ancak zamanla hak ve hakikat tezahür eder.

Ezan-ı Muhammedînin iadesi müzakere olunduğu sırada Halkçılar (Cevdet Kerim, Hasan Reşit, Yusuf Ziya Ortaç) gibi elebaşları “Allahü Ekber diyenleri zindanlara atmak cezasını kaldırmak, inkilâba ihanettir, irticaa avdet için ilk adımdır” demişlerdi. Bunlar, Demokrat liderlerin öne sürdüğü kimselerdi.

Din Hürriyetini Tahdid Hakkında Demokratlar Daha Ağır, Daha Şiddetli Kanun Koydular

Nitekim, çok geçmeden her şey anlaşıldı. Vaktiyle Halk Partisinin din propagandasını yasaklayan 163. maddesine ilave olarak Demokratlar ondan daha çok şiddetli; çok daha şümûllü bir madde koydular.

Hakaik-ı Kur’aniye ve imaniyeyi neşreden vaizleri mahkemeler beraat ettiriyorlardı. 163. madde ile mahkum edemiyorlardı… Bunun üzerine yeni halâskârlar (!) 6187 numaralı kanunu koydular ki, artık hakaik-ı Kur’aniye ve imaniyeden bahseden eserlerin herhangi bir fıkrası veya cümlesiyle “Dini propaganda” diye Müslümanları mahkum etmek imkanı hasıl oluyordu.

Zamanın İstanbul başsavcısı bize demişti ki:

– Bu kanunlarla Fatiha süresini tercümeye kalkışırsanız, sizi mahkemeye sevk edebilirim.

Tatbikata gelince, Demokratlar zamanında dini propagandadan mahkemeye sevk olunanlar on misli artmıştı.

Tüzüklerine “dini neşriyat” dahi bulunacağını koyan bir cemiyeti Demokratlar, laikliğe aykırı diye mahkemeye verdiler.

İki, üçü bir araya gelip de ellerinde, evlerinde dini bir eser bulunan Müslümanlar mahkemeye sevk olunurken, beri tarafta farmason localarında toplantılar ferih fahur devam ediyordu…

Bu suretle iki yüzlü bir siyaset takip olunuyordu. Aynı kumpanyaya mensup iki cambaz bir ipte oynuyordu. Demokrat liderlerinin biri farmason locasında laikliğin din aleyhtarı şeklinde tatbiki hakkında direktifler veriyor, diğeri aldatıcı, oyalayıcı sözlerle Müslümanların ağzına bir parmak bal vermekle halkı avutuyordu.

Bu suretle Halkçılarla Demokratların laiklik ve demokrasiyi telakki ve tatbik hususunda ayrılık-gayrılıkları kalmamıştı. Parti kapatmak, vicdan hürriyetine baskı yapmak, insana tapmak, taraftarlarını zengin etmek, yükseltmek, sansür koymak, muhaliflerini hapsetmek, gazetecileri tevkif eylemek, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeden bahseden dini eserleri toplatmak, bu eserleri okuyanları zindanlara doldurmak, Diyanet İşlerini kendi emellerinde kullanmak, milleti tenvir etmemek, partizan kanunlar çıkartmak, devlet teşekküllerinde yüksek mevkileri partinin arpalığı yapmak hususunda birleştiler…

Artık milletçe tamamıyla anlaşılmış oldu ki, ruh ve zihniyet değişmemişti. Değişen, yalnız koltuk, sandalye idi. Yalnız aradaki fark şu idi: Halkçılar açıktan açığa milletin ruhuna karşı cephe almışlardı. Demokratlar ise iki yüzlü bir siyaset takip ediyorlardı.

Başbakanları, “Türk milleti , Müslümandır, Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın icaplarını yerine getirecektir!” sözü ile milleti büyülemişti… Fakat beride baş farmason, Müslümanlığın temellerini kökünden kazımak için tedbirler, tasarılar hazırlamaktan bir an geri durmuyordu.

Bu suretle Müslüman halk bir taraftan sözle, sazla avutuluyor, diğer taraftan masonluk ahkâmı yürütülüyordu. Ortada hakim olan yine, Halkçıların sapık zihniyeti idi.

Bu oyunlar karşısında halk aptallaşmış, sersemleşmişti. Bir taraftan Müslümanlığın icaplarından bahsolunuyor, diğer taraftan masonluk ahkâmı yürütülüyordu. Halk yine kendini aldatıyordu:

– Başbakan’a kalsa Müslümanlığın icaplarını yerine getirecekti. Fakat baş farmason buna mani oluyor, diyordu.

Böylece kendine mahsus mantıkla millet kendini avutuyordu.

Müslüman halkın fikirleri böyle cazip sözlerle oyalanırken, Onun, Müslümanlar şöyle yem verdiği şayi oluyordu:

Elimde öyle kozlar vardır ki, bir gün onları tatbike kalkıştığım zaman, memleket, millet yerinden oynayacak!

Neymiş o kozlar? Onlar söylenmiyor. Fakat halk kendi kendine o kozları sıralayıp duruyordu…

Müslümanlar böyle hayaller peşinde iken, bir gün “Müslümanlığın icaplarını yerine getirecek” adam Antep’te: “Bugün şu kadar dini dergi kapattım!” deyince, diğer taraftan Milliyetçiler Derneği’ni kapatınca, Müslümanlar şaşırdı. Bir kasırgaya tutulmuş gibi sersemleşti, fakat büyülenmiş kafalarını gaflet ve dalâletten kurtarabildiler mi? Maalesef hiç de böyle bir hidâyete mazhar olamadılar. Halk yine şöyle demekte ısrar etti:

– O, bu fikirde değil ama baş farmasonun tazyiki altında böyle söylüyor. Ah o baş farmason ah!..

Böyle sözlerle, böyle fikirlerle, böyle saçma muhakemelerle, böyle uydurma mantıklarla halk, yine başını kuma soktu.

Yine unutmam, bir gün Yalman, Vatan gazetesinde Demokrat Başkanını tenkit ettiği sırada, hususi bir mülakatında Başbakanın kendisine:

– İrticaa taviz verecek göz var mı bende?

Dediğini açıktan açığa yazmıştı.

Demokratların bu iki yüzlü siyaseti böylece yıllarca devam etti. 1950 iptidasındaki milli galeyan ve heyecan artık hayatiyetini, canlılığını kaybetmişti. Türlü türlü üzücü hadiselerle ruhlarda, gönüllerde o neşe ve şetaret kalmamıştı. Baş farmason, Halkçıların zihniyetini, ideolojisini tıpa tıp yürütüyordu. Halkın bütün mukaddes hisleri böyle yuğurula yuğurula dondurulmuş, uyuturulmuştu.

Hiç şüphe yok ki, bu iki yüzlü siyaset, Halkçıların açık husumetinden, kamçı ile milli hüviyetten, manevi varlıktan uzaklaştırma siyasetinden daha kötü idi. Halkçıların cepheden taarruzlarına karşı milletin kalbinde mukavemet hissi uyanıyor, manevi varlığının tehlikede olduğunu görmekten mütevellit bir hareket, bir canlılık oluyordu. Demokratların danışıklı dövüşlü siyasetleri ise ruhlarındaki heyecan ve galeyanı uyuşturuyor, uyutuyor, zamanla ye’s ve fütura düşürüyordu.

…Halkçılar, baş farmasonun bu husustaki hizmetini altın kalemlerle sayfalarına geçirseler yeridir.

Eşref Edib / KARA KİTAB – 1972

2 Yorumlar

  1. Cumhuriyet ve demokrasi halkçılar ile muhafazakarların oyunlarından ibaretmiş. Oyun kurucuları aynı sistemmiş meğer. Günümüzü anlayabilmek adına çok güzel bir paylaşım olmuş Allah razı olsun.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!