Tarih ve özellikle de yakın tarih olarak adlandırılan; Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk dönemi, ideolojiden bağımsız olarak değerlendirilmesi belki de en zor dönemdir.
Bu sebeple bu dönemlere ilişkin doğrudan yazılmış kitaplar okunduğunda, yazarın neyin veya “hangi tarafın” gözüyle yazdığına göre farklı farklı bilgilere ulaşırız. Hatta çoğu zaman bilgiler de yazarlarımızı kesmediğinden garip yorumların esaretinde, aslının gizlenmeye çalışıldığı metinleri okuruz.
Bu sebepledir ki Karınca Misali sitemizde, “Halk Tarihi” olarak bir bölümü açmayı uygun görmüştük. Ve yaptığımız okumalardan size örnekler sunarken, döneme ait farklı bakış açıları oluşabilmesini için bürokratik tarih dışında izlenim yapabileceğimiz pencereleri sizler için aralıyoruz.
Bunlardan biri ve belki de resmi tarihin perde arkasına ilişkin farklı açılar sunacak en önemli penceresi olan “SANAT” penceresinden, sahne sanatları özelinde bu kez birlikte bakalım inşallah…
Konuyu Nasıl İşleyeceğiz?
Bu girift konuyu işlerken; başlığımızdan da yola çıkarak önce “sanat” alanından bakıp, değerlendirmek niyet ettiysek de; kronolojik açıdan takibi zor ve karmaşık bir sonuç çıktığı için, tarih sırasından ilerleyip, belirtilen tarihlerde “sanat” alanında neler yaşandığından gitmeye karar verdik.
Vurgulu karakterli yazı bölümleri, “sanat” ile ilgili bilgileri, normal yazı karakteri bölümler ise genel tarih bilgilerini içerecek.
Daha eski dönemlerden de başlanabilecek bu konuya biz, Osmanlının son dönemi olarak III.Selim döneminden başlamayı uygun gördük. Bu dönemin hemen öncesinde Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın (ö. 1676), daha XVII. yüzyılda bir düğün töreni için Venedik’ten bir opera topluluğu getirmek üzere girişimlerde bulunması münferit durumlar yaşanmış olsa da doğrudan Padişahlar tarafından konuya müdahil olunduğu dönemden başladık.
III. Selim (1789 – 1807) Dönemi
III. Selim, Batı usulü müziği ve dansı beğeniyordu. Bu durum, belki de İstanbul’a Batı müziğinin gelmesini hızlandırdı. İstanbul’da ilk opera böylece 1797 yılında, büyük bir ihtimalle Fransa elçiliği aracılığı ile getirilen bir opera topluluğu tarafından Topkapı Sarayı bahçesinde sahnelenmiştir.
II. Mahmud (1808 – 1839) Dönemi
II. Mahmud’un saltanatı sürecinde (1808-1839) İstanbul’da opera salonları açılmaya başlandı.
“Filhakika, II. Mahmut, Mehter’i kaldırıp yerine Avrupa ordularındaki gibi bir bando kurmak üzere Donizetti’yi bu işin başına getirdiği zaman Abdülmecid henüz beş buçuk yaşındaydı. Saraydaki bu sürece ilişkin detay bilgi için tıklayınız.“
1839’un Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma sürecine girmesinin başlangıcı olarak alınır. Batılılaşma, müzik alanında II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasının ardından, Mehterhane’yi de 1827 yılında kapatıp yerine Muzıka-ı Hümayun’u kurması ile başlamıştır. Bu kurum, askerî müzik eğitimi amacı ile kurulmuş olmasına rağmen zamanla büyüyerek ilk saray konservatuvarı hâlini almıştır. Bu yapının bünyesinde saray bandosu, opera ve operet grubu, Türk müziği grubu, koro gibi alt branş müzik toplulukları da oluşturulmuştur.
1839 tarihinde Gaetano Mele, Sultandan izin alarak Pera’da tiyatro açtı. Özellikle Ramazan gecelerinde burada eğlenceler tertip edildiği kaynaklarda geçmektedir.
1843’ün Ekim ayına ait Avrupa kaynaklı bir habere göre: Piyanist Leopold de Meyer, İstanbul’da Sultan’ın huzurunda çaldı –bu onu İstanbul’da çalan ilk tanınmış sanatçı yapıyor- Özel dinletiden sonra ünlü piyanist, II. Mahmud tarafından pırlantalarla süslü bir enfiye kutusu ile ödüllendirildi.
(1856-1857 yıllarında de Meyer yine İstanbul’da, bu kez Sultan Abdülmecid’in huzurunda iki kere çaldı. Bu konserlerin birinde paravanların arkasında yer alan kırk saray kadını da dinleyiciler arasındaydı.)
Abdülmecid (1839 – 1861) Dönemi
Sultan Abdülmecid Batılı anlamda müzik dersleri alan ve piyano çalan ilk padişahtır. Sultan Abdülaziz ile Sultan V. Murad’ın ise solo piyano için besteleri bulunmaktadır.
1839’da Mısır meselesi tekrar silâhlı bir hesaplaşmaya dönüşmüştü ve Osmanlı ordusu Nizip’te Mısır kuvvetlerine karşı mağlûp olmuştu. Beraberinde İngiltere ve Avrupa devletlerinin imzaları ile önce 1840 Londra Anlaşması ve sonrasında da 1841 Londra Boğazlar anlaşmasına gidilen süreç yaşanmıştı. (Detaylar için tıklayabilirsiniz.)
Aynı tarihlerde Naum Tiyatrosu açılmıştı. İstanbul Beyoğlu‘nda, bugün Çiçek Pasajı‘nın olduğu yerde bulunan 1844 – 1870 yılları arasında kullanılan tiyatro salonu… Yine vikipedi sitesinde tiyatroya ait tarihçe ve detay bilgilerini okumak için tıklayabilirsiniz. (Bu tiyatro açılmadan önce yurt dışından gelen Bartolomeo Bosco diye bir illüzyonist araziyi kiralıyor Naum’dan. Enkazı temizliyor. Ahşaptan bir bina yapıp Bosco Tiyatrosu’nu açıyor. At cambazhanesi olarak başlıyor, ayrıca ipin üzerinde yürüyenler, takla atan cambazlar gibi çeşitli sirk gösterileri var, tiyatro temsili de var. Sonrasında aynı yerde devir ile Naum Tiyatrosu olarak devam ediyor. Hatta bazı kaynaklarda, bu tiyatronun yandığı ve sonra saraydan alınan 60.000 kuruş ödenekle daha güzel bir şekilde yeniden yapıldığı da yer alıyor. Padişahın, tiyatroyu vergiden muaf tuttuğu ve 10 yıl süre ile tekel olarak tiyatro imkanı verdiği kaynaklarda var. Sonra bu süre 5 yıl daha uzatılmış.)
İstanbul’da çalmış olan gelmiş geçmiş en ünlü sanatçı ise şüphesiz Franz Liszt’tir (d. 1811-ö. 1886). Liszt, 1847 senesinde Rusya’da verdiği son konserlerinden önce 7 Haziran’da Galatz’dan bir vapurla İstanbul’a geldi, şehirde bir dizi konser verdi. Çırağan Sarayı’nda Sultan Abdülmecid’in huzurunda iki kez çaldıktan sonra 13 Temmuz’da şehirden ayrıldı.
Padişah 9 Şubat 1849 Cuma günü namazdan sonra bu tiyatroyu mahiyeti ile izlemeye gitmiş ve beğenerek oyunculara verilmek üzere 50.000 kuruş ihsanda bulunmuş. Ayrıca Naum’u, Donizetti’yi ve tiyatronun mimarı Smith’i huzuruna çağırıp 2000 Frank değerinde tabaka hediye etmiş. Padişahın bundan 2 yıl sonra tekrar tiyatro izlemeye gittiği de kayıtlarda mevcut. Yine 1858 yılında da tiyatroya gittiği kayıtlarda geçmektedir.
Naum Tiyatrosu ilklere de sahne olmuştur. Verdi’nin II. Trovatore operası 19 Ocak 1853 yılında Roma’da sergilendikten yalnızca 10 ay sonra Naum tiyatrosunda sergilenmesi camialarındaki önemi açısından dikkat çekicidir. Bugün bile hala sergilenen Dikran Çuhaciyan’ın ilk operası “Arcak II “ 1868 sezonunda Naum tiyatrosunda sergilenmiştir.
Kırım Harbi yine aynı dönemde yaşandı. 30 Mart 1856’da imzalanan Paris Muahedesi ile son bulan bu savaşta İngiltere, Fransa ve Piyemonte Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Avusturya ve Prusya ise tarafsız kaldı. Savaşta ordularıyla yardım eden müttefikler, Abdülmecid’den Tanzimat Fermanı’nı teyit eden ve onu tamamlayan bir ıslahat fermanı almaya muvaffak oldular. Osmanlı tebaası gayri müslimlere, savaştan önce Ruslar’ın teklifinden daha fazla haklar veren ve Batı sermayesinin Türkiye’ye girmesini kolaylaştırıcı hükümler taşıyan Islahat Fermanı, Paris Muahedesi’nde de zikredildi. Böylece ıslahat konusunda, Batılı devletlere müdahale etme hakkı verilmiş oldu.
Abdülmecid dönemi genel devlet gelenek ve işleyişlerinde yapılan kritik değişiklikleri de içeren bir dönem olduğundan, özellikle incelenmesi gereken bir dönemdir.
Hukuk gibi en kritik alanlarda bile değişikliğe gidilip; tercüme ve iktibas yoluyla Batılı devletlerden bazı kanunlar alındı. Ceza kanunu 1840’ta, ticaret kanunu 1850’de ve arazi kanunu 1857’de bu yolla kararları alınan belli başlı kanunlardır. Yeni kurulan Adliye teşkilâtı Adliye Nezâreti’ne bağlanırken, eski şer‘î mahkemeler şeyhülislâmın faaliyet sahası içinde bırakıldı.
Eğitimde de ikilik meydana getirecek düzenlemeler yapıldı. Medreseler eski düzenleriyle şeyhülislâmın yönetimine terkedilirken yeni kurulan okullar Maarif Nezâreti’ne bağlandı.
Maliyede yapılan ıslahatların da acı sonuçları oldu.1848 yılından itibaren Osmanlı Maliyesi sürekli buhranlar dönemine girdi. Kırım Harbi’nin getirdiği ağır masrafları karşılamak üzere ilk defa dışarıdan borç alındı (24 Ağustos 1854); bunu 1855’te ikinci, 1858’de üçüncü ve 1860’ta dördüncüsü takip etti. Her borca karşılık memleketin önemli gelir kaynakları ipotek edildi.
12 Ocak 1859 Çarşaba günü padişahın emirleri ve imkanlarıyla Saray Tiyatrosu açıldı. Bu sarayın açılışı, özellikleri ve lükste Avrupalı benzerlerini geride bıraktığı vs. yabancı kaynaklarda geçmektedir. Ayrıca bu “güzel eserin ” Fransız M.Sechan’ın sayesinde ve yine Fransız ürünleri getirmekle yapılabildiğinin altı çizilmektedir. “Journal de Constantinople’tin yazdığına göre saraydaki ilk gösteride Padişahın bulunduğu locanın solunda İngiltere elçisinin hanımı Lady Bulwer ile İsveç elçisinin hanımı Mme. Sibern bulunuyordu. Padişah Lady Bulwer ile birkaç kez Fransızca konuştu.” Yine aynı tarihlerde ressamların açtığı sergileri Padişahın ziyaret ettiği ve beğenerek ressamlara ödeme yaparak farklı derecelerde devlet nişanları takdim ettiği de kayıtlarda mevcut. 1861 de kapanan bu tiyatro, 1864 yılında ise yangında kül olmuştur.
Bir yandan malî imkânsızlıklar, diğer yandan gayri müslim tebaaya verilen geniş imtiyazların ortaya çıkardığı hoşnutsuzluk memleketi tekrar karışıklıklara sürükledi. 1857’de Cidde’de, 1858’de Karadağ’da olaylar çıktı.
1860 yılında GEDİKPAŞA TİYATROSU kuruldu. İtalyan tiyatrocu Razi olarak kurucusunun kayıtlarda geçtiği bu tiyatro, sonraki tarihlerde Agop Vartovyan’un yönetiminde devam etti. Güllü Agop olarak da kayıtlarda geçen bu ermeni, sonraki dönemlerde Türk tiyatrosu için kilit roller üstlendi. Detay bilgi için tıklayınız.
Abdülaziz (1861 – 1876) Dönemi
Padişahlığının ilk döneminde saray orkestra ve bandolarını da kaldırarak yerine Türk mûsikisi saz takımını koydurması, pek çok Türk bestekâr ve hânendeyi koruması, opera ve tiyatro yerine orta oyunu seyretmesi, millî kültürü ihya edeceği konusundaki ümitleri kuvvetlendirmişti. Ancak sanat sergilerini de gezdiği Avrupa seyahati dönüşünde tam tersi uygulamalara imza atmıştır. Öncesinde uyguladığı tasarruf tedbirlerini de terk edip, lüks saraylar ve köşkler inşa ettirmiş ve sarayda tekrar orkestra ve bando takımı kurdurup, ordu bandolarını çoğaltmıştır.
II. Abdülhamid (1876 – 1909) Dönemi
Sultan II. Abdülhamid ise şehzadeliğinden itibaren piyano, keman ve klasik Batı müziği dersleri almıştır. Yine kayıtlardan opera ilgisini okuduğumuz II. Abdülhamid’in birden çok opera klasik eserlerini Türkçeye bizzat tercüme ettiğini ve ettirdiğini öğreniyoruz. Sultan Abdülaziz’in Avrupa gezisinde kendisine eşlik de etmiştir.
Avrupa’daki İslam ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.) aleyhinde sahnelenen sözde sanat faaliyetlerine sürekli itiraz edip, engel de olduğunu ayrıca paylaşmış olalım. Hatta bu oyunları yasaklatan Fransız Cumhurbaşkanı Sadi Carnot’a Mecidiye Nişanı’nı kendisi vermiştir.
Yukarıda bahsettiğimiz Güllü Agop‘un sonradan Müslüman olduğuna dair internet sitelerinde bilgiler var ama aksini daha makul gerekçelerle açıklayan çalışmalar da mevcut. Bu şahsın tiyatrosunda İttihat Terakki’nin Ahmed Midhat, Ahmet Nedim, Şinasi, Şemsettin Sami, Namık Kemal gibi önemli isimlerinin toplantılar yaptığı ve bir keresinde de tiyatro oyunu izleyip galeyana gelen halkın, Sultan aleyhine eylem yaptıkları geçiyor kaynaklarda.
Sonrasında Sultan, bir gece tiyatro binasını yıktırıyor ve bu Güllü Agop’u saraya aldırıyor ve Mızıka-ı Hümayun’un tiyatro bölümünün başına getiriliyor. Buradan maaş da alıyor.
Agop, II. Abdülhamit tarafından saraya alınınca Osmanlı Tiyatrosu’nu yürütmek Mınakyan’a kalmıştır. Mınakyan, Osmanlı Dram Kumpanyası olarak da adlandırılan Mınakyan Tiyatrosu’nu kurarak Osmanlı Tiyatrosu topluluğunu 1887’lere kadar devam ettirmiştir.
Tahta geçen Abdülhamit, sarayda bulunan ortaoyunu sanatçılarının gösterilerinin devamına izin vermiştir. 1877’de Yıldız Köşkü’ne geçerken orayı genişlettirip saray haline getirtmiştir. Alafrangadan daha çok hoşlanan sultan, buraya 1889’da Yıldız Sarayı Tiyatrosu olarak anılan bir tiyatro yaptırmıştır. Opera ve operete meraklı padişah, bu tiyatroya yabancı toplulukları davet edip konserler verdirtmiştir.
Sonrasına bu oyunlardaki denetimler arttırılmış ve ciddi sansürler uygulanmak durumunda kalınmıştır. 1908 İkinci meşrutiyetin ilanına kadar süreç bu şekilde devam etmiş; 1908 sonrası ise tiyatro faaliyetleri ciddi artış göstermiştir. Balkan Savaşlarına kadar ki süreçte çok sayıda tiyatro açılmış ve çok sayıda oyuncu üretimi ile oyunlar sergilenmiştir. Balkan savaşları ile durgunluk dönemi yaşanmıştır.
XIX. yüzyılın sonuna gelindiğinde İstanbul’daki etkinlikler, Avrupa şehirlerindeki faaliyetlere taş çıkartacak nitelikteydi. Bir 1895 akşamı, Offenbach’ın (ö. 1880) Barbe-Bleue operası İstanbul’da iki ayrı operada birden sahneleniyordu. 1896’da İstanbullular, şehirlerinde aynı akşam verilen üç Aida temsilinden birini seçebiliyorlardı.
Ayrıca, İstanbul haremlerinin aşağı yukarı her birinde bir piyano bulunuyor, hanımlar notadan okumaktan çok, ezberden çalıyorlardı.
XIX. yüzyıl İstanbul’unda nota basımı ile uğraşan şaşılacak sayıda yayınevi bulunmaktaydı: Alexander Comendinger, Luigi Bellolo, G. Balatti, J. d’ Andria, Sotiri Christides, S. Hovsépian, H. Aramian, Karekin Kavafian, Şamlı İskender, Osmaniye Matbaası, Pascal Keller…
1908-1909 İzmir, tiyatroda İstanbul’dan sonra ikinci sıradaki faal vilayetti. Dönemin İzmir tiyatroları detay bilgisi için tıklayınız.
Yine sinemanın da icat edilişinden kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nde tanındığını;
Avrupa’daki kraliyet ailelerinin sinemaya gösterdiği alakanın, Osmanlı Devleti
için de aynı etkiyi gösterdiğini kaynaklarda okuyoruz. II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı’nda yaşayan saray halkı, sinemayı halktan önce tanıyarak, kimi özel gösterilerle yeni icadın o döneme özgü ilk örneklerini izlediği gibi, inceliklerini öğrenme imkânı bulmuşlardır.
Mehmed Reşad (1909 – 1918) Dönemi
Dârülbedâyî
Asıl adıyla Dârü’l-Bedâyi-i Osmânî, Wikipedia gibi kaynaklarda 1914 yılında belediyenin imkanlarıyla konservatuvar olarak açılan, sonrasında okul hüviyetinden çıkıp tiyatro topluluğuna dönüşen ve İstanbul Şehir Tiyatroları adıyla faaliyet sürdüren bir kurum olarak geçiyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan ilk konservatuvardır. Belediyeden o dönem 3000 altın lira ödenek ayrılmış ve Şehzadebaşı’nda bulunan belediyeye ait Letafet Apartmanı bu konservatuvar için tahsis edilmiştir.
Buraya başvuran 8’i kadın (Bayan Nivart, Sara Mannik, Mari Mineyan, İda, Roza, Efraz, Beatris Adriyan, Eliza Binemeciyan Hanımlar) 197 kişi arasında başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere Ali Naci, Peyami Safa, Halit Fahri, Behzat Hâki, Celal Sahir, Emin Beliğ, Ahmet Muvahhit, İ. Galip, Fikret Şadi, Raşit Rıza gibi tanınmış kişiler de vardı.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca tarak bulamayan bu kitle, resmi açılışı yapamamış. Ancak Ocak 1915 tarihli yönetmelikte sadece okul olarak değil, temsiller ve oyunlar sergilenecek yer olarak gerekli ayarlamaları yapılmıştı.
(1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı yılları olduğunu da nazara alarak bu tiyatro ve eğlence sektörünü değerlendirmek gerekir.)
Darülbedayi, ilk kez 20 Ocak 1916 yılında, Emile Fahre’nin eserinden uyarlanan “Çürük Temel” isimli oyunla Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda perdelerini açtı. Darülbedayi’nin oynadığı ilk yerli oyun, Halit Fahri Bey’in Baykuş adlı manzum eseri oldu. İlk defa 2 Mart 1917 gecesi oynanan bu oyunu Muhsin Ertuğrul sahneye koydu ve başrolü üstlendi. 1918-1920 yılları arasında “Temaşa” adlı tiyatro dergisini 25 sayı yayınladı.
1 Kasım 1920 tarihinde tekrar yönetmelik değişikliğine gidilip okul paravanı tamamen kaldırılıp, sadece tiyatro topluluğu olarak kabul edildi. Darülbedayi’den ayrılıp Almanya’ya giden Muhsin Ertuğrul, 1921’de döndüğünde kurumun yöneticisi olarak tayin edildi.
1926’da kuruma yeni bir çalışma düzeni getirildi. Bu arada yurt dışına gitmiş olan Muhsin Ertuğrul 1927 yılı başlarında yurda döndüğünde tekrar kurumun başına getirildi. Bu yurt dışı faaliyetleri araştırılması gereken faaliyetlerdir. Mesela bu dönüşünü Sovyetler Birliği’nden Nazım Hikmet’in yanından yapmıştır.
1927-1928 dönemi Dârülbedâyi tarihinde bir dönüm noktasıdır. İnönü hükümeti, 25 Haziran 1927 tarih ve 1167 sayılı kanunla ilk defa, Maarif Vekâleti’nce terbiyevî mahiyette sayılacak müesseselerin verecekleri konserler ve temsillerden istihlâk vergisi alınmaması hükmü getirdi.
Mehmed Vahdeddin (1918 – 1922) Dönemi
1918-1922 Tarihleri arasında görev yapan Dâr’ül Hikmet-il İslâmiye Teşkilatı raporlarında ilgili tarihlerdeki eğlence, sanat hayatına ve toplumdaki etkilerine dair detaylı bilgiler mevcut. Fikir vermesi için bu rapor konularından sadece bir tanesini işlediğimiz makale linkini paylaşıyoruz. Okumak için tıklayınız.
Sultan Mehmed Reşad döneminde kurulduğu için konu da bölünmemesi niyetiyle Dârülbedâyî başlığındaki dönemin Mehmed Vahdettin dönemine denk gelen bazı olaylarını üst kısımda paylaştık. Yine bu dönemde gerçekleşmiş olan bazı konularla devam ediyoruz:
“Türk tiyatro tarihinde adeta devrim niteliğinde bir uygulama ile Türk kızlarının konservatuara alınarak sahneye çıkmalarına olanak sağlanması Darülbedayinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu konuda da öncü kişi olan Antuvan, Türk kadınının sahneye çıkması ile yakından ilgilenmiştir. Fransa’ya döndükten sonra bir gazeteciye “Herkesin korktuğu, çekindiği bir soruna el atmaktan da geri kalmamıştım. Türk kadınlarının serbestçe tiyatroya gidebilmek, hatta yüzlerini açıp sahneye çıkmak hakkına sahip olmaları. Önceleri beni bile dinlememişlerdi. Sonra tartışmaya razı olmuşlardı…” diyecektir. Ona göre bu konuda yüksek tabakadaki hanımlar arasında güçlü bir fikir hareketi oluşmaya başlamıştı. 1918 yılına gelindiğinde Türk kızları Afife, Behire, Memduha, Beyza ve Refika hanımlar konservatuara öğrenci olarak kabul edilmişlerdir. İçlerinden Afife Hanım, mümessilliğe terfi ederek mülâzım artist tayin edilme başarısını gösterirken, Refika Hanım ise ikinci suflör olarak tayin edilmiştir. Afife Hanım aynı zamanda sahneye çıkan ilk Türk kadını olmuştur.” (Alıntı: https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/darulbedayi/ )
1920 tarihinde de ilk “Türk-Müslüman” kadın sanatçı Afife Jale’de sahneye Darülbedayi’de çıktı.
Cumhuriyet (1923 – …) Dönemi
Cumhuriyet döneminde tiyatronun, Osmanlı Dönemi’ni kötülemek ve yeni “Cumhuriyet” ambalajına sarılan ilkelerin halka aktarılmasını sağlamak üzere kullanıldığı görülmektedir.
Osmanlı ve Selçuklu dönemlerini, yani Müslüman Türk geçmişini kötülemek ve yok saymak üzerine yazılan oyunlar; haliyle insanlığın da son 1000 yılını yok saymak zorunda kaldığından mitoloji ve masallar üzerinden birçok oyun sergilemek zorunda kalınmasına sebep olmuştur. (Günümüzdeki köksüz, dinsiz sözde “Türklük” profiline ne çok benziyor değil mi?)
Müslüman olmayan “Türk” kimliği oluşturmak üzere, “güç” ve “kahramanlık” kurguları üzerinden, ırk üstünlüğüne dayalı bir görüş empoze etmek için tiyatro doğrudan kullanılmıştır. Osmanlı öncesi Türklüğe dikkat çekmek amacıyla yazıldığı söylenen bu dönem oyunlarında Selçuklu Dönemine de yer verilmemiştir.
Dolayısıyla Cumhuriyetin ilk dönem tiyatrolarının sanattan ziyade ideolojik toplum mühendisliğine alet edildiğini ifade etmek doğru olacaktır. İki ana hedefe yönelik tasarlanmış ideoloji, dönem oyunlarının ana unsurunu oluşturuyordu.
1- İslam öncesi Türk kimliği güzellemesi ile, 1000 yıllık, inanç başta olmak üzere medeniyet kopuşu sağlanması
2- Irka dayalı faşizm temelli sahte Türk güzellemeleri ile Osmanlı bakiyesi olan çok milletli ilişkilerimizin kopmasının sağlanması
Türk’ün; yönetimden sanata, askeri güçten ekonomiye kadar en zirve dönemlerini barındıran son 1000 yılını silip, üç kıtada hükmü altında asırlarca yaşamış milletlerle ilişkisini keserek nasıl bir “yüce” toplum planlandığını anlamak için çok da zeki olmaya gerek yok. Bu tamamen medeniyetimizin silinip, yalnızlaştırılmamıza hizmet eden bir projeydi ve tiyatro da bu projeye en iyi alet edilen alanlardandı.
Bir taraftan 1932-1952 yılları arasında Halkevlerinde bu oyunlar sürekli sergilenmiş, diğer yandan da kanun zoruyla aynı amaca hizmet eden bir politika bütün alanlarda uygulanmıştır. Bu tiyatrolardaki “eserler” in çoğu devlet matbaası tarafından da ayrıca basılmıştır. “Gavur İmam, Bir Kavuk Devrildi, Hülleci” gibi sergilenen “eserlerin” hepsinde ortak konu İslam ve Müslüman kötüleme üzerine roller oluşturulmasıdır. Bu “eserlerde” Müslümanlar, “hain, gerici, cahil” olarak gösterilmiştir.
Vatanın kurtulması safhasında en önemli gücümüz olan ne kadar değerimiz varsa (İslam, ahlak, örf, gelenek vs.), kurtuluş sonrası hedef tahtasına konulmuş ve bütün imkanlarla saldırıya uğramıştır. Bu saldırılarda “sanat” paravanı en önemli araç olarak kullanılmıştır. Sonraki dönemlerde ve hatta hâlâ, aynı mantık, dizi ve sinema sektörü başta olmak üzere “sanat” camiasında devam etmektedir.
Sonuç Olarak
Resim gibi alanlarda daha eski tarihlere de bizi götürecek Osmanlı Dönemindeki sanat anlayışının sadece son dönemine ve tiyatro merkezli sahne sanatları hayatına kısa bir bakış yaptık. Hemen akabinde Cumhuriyetin başlangıç dönemine dair özet bilgiler paylaştık.
Devam eden süreçte maalesef Osmanlıyı da paravan yapmadan; doğrudan doğruya, ahlak başta olmak üzere bütün değerlerimize yönelik saldırı niteliğinde; yazılı ve görsel bütün alanlarda olumsuzluklar yaşandı.
Osmanlı Devleti’nin yıkılma ve sıkıntılı dönemlerinde bile devlet eliyle yani vatandaşın imkanlarıyla, değerlerimize düşman ne kadar girişim yapılmışsa, desteklendiği görülmektedir. İlk borçlanma döneminde, hatta Balkan ve Dünya Harbi dönemlerinde bile bu kesime ödenek ve fiziki imkanlar sağlandığı acı gerçeği tarihimizde yer almaktadır.
Bizi yok etmeye fiilen teşebbüs eden devletlerin eline “eğitsinler” diye yine milletin imkanları ile gönderdiğimiz devlet adamlarımızla başlayan süreç, aynı devletlerin “sanatçılarını”, Halifelik merkezinde besleyerek ve ödüllendirerek devam etmiştir.
Sonrasında malum Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmış ve yerini evladı olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakmıştır. Bu devir de Kurtuluş Savaşı gibi acılı ve çileli mücadeleler ile gerçekleşmiştir.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı Devleti gibi bu topraklarda varoluş sebebi olan ne kadar değerimiz varsa, hepsine düşman kitleye, aynı şekilde milletin imkanlarını sunmuştur. Sonrasında yozlaşma ile de durulmayıp; maalesef bizi işgal eden devletlerin kılık kıyafet, alfabe gibi bazı özelliklerini kanun zoruyla Türk Milleti’ ne dayatmıştır.
Rejim ve yönetim zihniyetlerinin değiştiğini sandığımız bütün bu süreçlerde; bütün kişi ve partiler, yine değerlerimize saldıranları finanse ekmekte ve vermemiz gerekecek bir Kurtuluş Savaşı daha olursa, bu kez mağlup olmamız için gereken “değersiz” toplumu inşa etmek üzere vazife yürütmektedirler!
Aradan geçen asırlarda devlet, rejim ve siyasi parti değişimleri bu gidişatın hiç kesintisiz devamına bilerek veya bilmeyerek hizmet etmişlerdir. Türk Milletini değerlerinden uzaklaştırmaya yönelik tasarlanan politikalar da uygulanmaya devam etmektedir. Üstelik Osmanlı döneminde olduğu gibi, “bizden” görünenlerin eliyle ve yine MİLLETİN İMKANLARI KULLANILARAK! Düşmanlarımız bizi yok etmek için, insan gücü veya maddi güç bile harcamadan; “bizden” sandıklarımızın eliyle, bizi adım adım köleleştirmektedirler.
Bizler…
Halk olarak bizler hayatın her alanında ve her meselesine İslam odaklı bakmamız gerektiğinden gaflet ile yaşadığımız sürece, bize yapılan bu yönlendirmelerle hiç de hayırlı bir sona doğru gitmiyoruz.
Allah’a iman edip, İslâm’ı seçip, hayatımızı buna göre yaşamaya çalışmamak nasıl izah edilebilir? Karşılaştığımız durumları, İslâm’a göre değil de konjonktüre göre değerlendirmeye devam edersek; gözümüze baka baka, hatta Kur’an’ı Kerimi okuya okuya bizi aldatmaya ve satmaya devam ederler!
Bizler de Müslüman halklar olarak, yöneticilerimizi temize çıkarmak için zaten bu ülkenin değerlerine düşman olan tabaka ile hırlaşıp dururuz. Savunduğumuz kişiler de bu kitleye göre kanun yapıp, bize göre konuşmalar yapıp, vatanımızı yavaş yavaş onların idaresine teslim ederler.
Siyaset başta olmak üzere, sözde sanat ve spor alanları ile aynı düşüşe son vermek için İslâm ile yeniden ayağa kalkmalıyız. “Güzelimiz” ve “doğrumuz” İslâm’a uygun olan olursa, “çirkinimiz” ve “yanlışımız” haram kılınmışlar olursa; dünyamız da âhiretimiz de saadetli olur inşallah.
Peki Şimdi… Değişti mi düzen?
Türkiye Cumhuriyeti’nin son çeyrek asrında yönetimde sürekli Kur’an tilaveti yapan ve nasihati Müslümana, imkanları İslam düşmanlarına verme adetini sürdüren bir başkası var…
İlgili yazı için tıklayınız:
https://karincamisali.com/2020/12/cumhurbaskanligi-senfoni-orkestrasi/01/gundem/
Fatih SAFİTÜRK – Eylül 2024