İnsanlığın muhterem tanıdığı fazıl seciyelerden hiçbirini ihmal etmemek, hepsini rasih melekeler haline getirebilmek öyle bir gayedir ki insanlıkta tekamül ancak ona yetişmekle kaimdir.
Ahlâkî noksanlıklar saf ve temiz insanlara va’d olunan o gayeden, o nihaî saadetten ebediyyen mahrumiyeti intaç eder. Yalnız ahlak kanununu en ince noktalarına varıncaya kadar mutlak itaat olunanı bilmek insanlar için bir gaye ise o kanunun esaslarından ayrılmamak da vacib olan bir vazifedir.
Filhakika bu esasların içinde öyleleri vardır ki ihmali, yahut terki insanı tekâmülden değil insanlığından bile uzaklaştırır.
Ahlakın en güzeli
İşte bu esasların en birincisi hayâ hasletidir ki, dünyada bunun kadar memdûh, bunun kadar latif, bunun kadar fıtrî ve zarurî meleke olmadığı münakaşaya tahammülü bulunmayan bedihîyattandır.
İnsanlığın alnına hayâ kadar yakışan lâhutî bir renk yoktur. Kainatın güzellikleri bir yere gelse hayâdan mahrum bir çehreye cemal veremez. Hayâsızlar beşeriyet için en muzır, en mühlik bir unsurdur. Dünyanın en muknî delilleri bir yere toplansa bunları yola getiremez.
Geçmiş peygamberlerin “utanmadıktan sonra dilediğin yap!” tarzındaki mühim îtabları Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz tarafından da aynen tekrar buyurulmuştur. Hele ahlakın en güzelini tamamlamak gayesiyle gönderilen o Resul-i Muhterem’in ümmeti için, hayâ melekesinin hissolunmayacak derecede zaafı bile cemaatın vicdanını dehşete vermek icab eder.
Şu son zamanlarda medeniyet hayatına alıştırmak perdesi altında kadınlarımızın, kızlarımızın yüzlerindeki hayâ perdesini sıyırmak istediklerini görüyoruz. Kalbindeki imanın çehresindeki bu rengin tezahürünü, riya töhmetiyle lekelemek istediklerini işitiyoruz.
Bir kere hayâ ile riya büsbütün başka iki mahiyettir. Sonra riyasız olmak hiçbir zaman hayâsız olmak demek değildir. Evet, “Ne yapalım! Bu gibi haller bugünkü medeniyetin icabıdır. Yirminci terakki asrı geçmiş devirlerin ahlâkı ile, an’aneleri ile mukayyet olamaz.” diyebilecekler değil mi?
İşte ey Müslüman! Bu söz bilinerek söylenirse idlâl, amiyane savrulursa eser-i dalâldır. Yirminci terakki asrını temsil eden medeniyet merkezlerini kuşbakışı ile görmek bu babta hüküm vermeye kâfi olamaz. Vakıa o muazzam şehirlerde an’anelere ve maneviyata karşı çıkmış sürüler görülmüyor değil. Lâkin bu hay-huy isyanın, bu hercümerc sefahatin arkasında edebiyle, namusuyla yaşayan, geceli-gündüzlü çalışan, harîm-i namusunu şarklılar kadar esirgeyen koca koca kütleler var.
Dâr-ül-Fünunlarla kütüphaneler arasında mekik dokuyan, fuhuşhanelerin, birahanelerin, kulüp adı altında kumarhanelerin semtine uğramayan bir fen ve sanat gençliği, bir çalışma ve irfan gençliği, bir tefekkür gençliği bulunuyor ki bütün o medeniyetleri, o şevketleri yaşatan hep bunlardır.
Sen garbta erbab-ı namusun harîm-i ailesi, bütün ziyaretçilere açık mıdır sanıyorsun? Rast gelen delikanlı rast gelen kızı koluna takar da istediği yere götürür mü hayal ediyorsun? Heyhat! Avrupa’daki namuslu tabakaların bu hususta Asya’dakilerden hiç farkı yoktur. Vakıa garblılarca tesettür mutad olmamış, lâkin hiçbir yabancı erkek senelerce tecrübe edilmedikçe namuslu yurtların samimi sinesine sokulmaz.
Mâneviyatını Alçaltacağına, Maddiyatını Yükselt
Görüyorsun ya! Akılları durduran maddi kuvvetleri ile beraber garb, mâneviyatını asla fedâ edemiyor. Çünkü onsun yaşayamayacağını pek iyi biliyor. Sen ise maddiyatındaki bu aczinle beraber mâneviyatından da uzaklaşmak istiyorsun.
Gözünü aç! Aklını başına al! Mâneviyatını alçaltacağına, maddiyatını yükselt. Zira bu müvazeneyi temin etmedikçe -lâkin ancak u tarzda temin etmedikçe- yaşayamazsın!
Ceride-i İlmiye, Sayı: 48, sh:1511-1512