İzdüşüm” kategorisindeki yazıların tamamı için tıklayınız!

Eskiden… Çıkmazdı sokak…

eskiden
Eskiden..

.

Çıkmazdı sokak, çıkan yanı da bakkaldı… musluklu varilden gaz satardı… koşardık biz, yorulmazdık, gün biterdi. Hep aynıydı ikilem; su ve terdi… meyveli ağaçların altında oynanırdı top; düşenler helaldi…İhtiyarların bisikletlerinin sele arkalarında büyük demir halkalar olurdu. Ağır ağır gidilirken onlardan tutulurdu. Yeni hiç bir şey görmezdik sanki; ya her şey eskiydi ya da biz her şeyden yeni…

Derdimiz akşam ezanında eve yetişememek, sevincimiz sobelenmemekti. Hilemiz, patlak topa taş koymak… Eğlencemiz kavanoz kapaklarına çamur doldurmaktı. Islanırdık, utanırdık, korkardık, kıyassız, hasedsiz hayaller kurardık. Sırtımız çimenlerde, bulutlara düş giydirir, hikâye devşirirdik. Okulda soba yakar, düşünce ziftlenirdik. Her yağmurda yollar uzardı, basacak kuru yer arardık. Bütün evlerin saçak boylarını ezbere bilirdik, gölgenin saatlerini, toprağın en düzgün yerini… Yaşardık vesselam, kana kana içerdik çeşmelerden, nefes yettiği kadar. Önlüğümüz yırtılır, yakamız kırışırdı. Mendillerimizin içleri yapışık, gözlerimiz ter ve güneşten kamaşıktı. Çantalar köşeli, telefonlar jetonluydu ve aranmaz, sadece arardık zoraki hasretleri.

Sonra…Sonra, şimdi oldu. Yalan, riya, kölelik ve talan… Şimdi her şey yeni ve biz eskiyiz. 

Ne yeniler bize yakışıyor, ne biz eskilere yaranıyoruz. Yalandan özlüyoruz, hikayeden seviyoruz, vefasız, nankör ve köleyiz. Tüketerek tükeniyoruz. Kendimizi tanımadan tanıtmak derdinde, bütün hayalleri, özlemleri, korkuları, kibiri ve yalanları elinden düşürmediği telefonda; mahremiyetsiz, görgüsüz bin yıllık medeniyetin izlerini kazımaya çalışıyoruz sanki…

Diğer çocukların canı çeker diye sokakta bir dilim yağlı ekmek yenmemize müsaade edilmeyen inceliklerden, yüzlerce insanın önünde yemek, mekân paylaşmaya çalışan; hatta karısına, kocasına sosyal medyadan sözde “aşkını” yazan hödüklere döndük. Melankoli değil yazdıklarım. Geçmişe hisleri döndürmek için kullandığım bu cümleler, sadece detay; asıl konuyu hissedebilmek için. Yani o zamanların ahlakını, ruhunu…Utanırdık, sıkılırdık, çekinirdik, sevinirdik, üzülürdük, susardık, korkardık, hayal kurardık, severdik, küserdik, barışırdık, paylaşırdık…

“Bunları herkes biliyor canım” der gibisiniz değil mi? İnanın ben şüpheliyim. Bu kelimelerin kullanıldığı durum ve hallerin doğru olduğunu hiç sanmıyorum. Kavramları örneklendirip bi düşünelim mi? Ben eskiden örnekler vereyim; mevcut hali siz değerlendirin.

Utanmak:

Yeni ayakkabılarımızla ilk sokağa çıkışımızda arkadaşlarımızdan utanırdık mesela… Çocukken bile şort giymekten utandığımı da hatırlıyorum. Annelerimiz de bizi sokaktan avazları çıktığı kadar bağırıp çağırmazlar, utanırlardı. Okul teneffüslerinde çantamızdan çıkarttığımız ekmek aralarını yerken de utanırdık. Hele hele çekirdek falan alındıysa bakkal dönüşleri çok hızlı yapılırdı.

Sıkılmak:

Bayramlardaki el öpmeleri hariç sıkılmazdık:)

Çekinmek:

Sokakta oynarken gürültü yapıp komşuları rahatsız etmekten çekinirdik. Hatta oyunun en heyecanlı anında komşu teyzelerden birinin ekmek almaya gönderişine itiraz etmekten de çekinirdik. Yanlış bir şeyler yapıyorsak, “aman bir tanıdık görmesin” diye de çekinirdik. Sokaktan uzaklaşırken, bakkal amcanın “evdekilerin haberi var mı bakayım, nereye gidiyorsunuz” diye sormasından da çekinirdik. Annemizle çarşıya gittiğimizde canımızın çektiği bir şeyi istemekten de çekinirdik. İstemek genel anlamda çekinmek demekti zaten… (Bu liste daha çok uzatılabilir tabii… Şimdilerde mahalle baskısı dedikleri algı yönetimine hiç katılmıyorum ve tam tersi ne kadar çok önemseniyormuşuz diye düşünüyorum. O kadar ki şımartılmadan ve gayet kolektif bir şekilde gözetim altında tutuluyormuşuz.)

Sevinmek:

Yağmur yağardı sevinirdik, güneş açardı sevinirdik, kar yağardı sevinirdik, bayram gelirdi sevinirdik, aramızda para toplar plastik bir top alır ve sevinirdik, ağaçlar çiçek açar, erikler olur, zaman geçer sokaklar savrulan yapraklarla dolar biz her halde sevinirdik. Elektrikler kesilir, gaz lambaları yakılır, biz yine sevinirdik. Misket oynar, bir çocuk daha çıkıp evinden oyuna katılır ve biz sevinirdik. Yavru bir köpek bulur, kedi besler, terli terli ağzımızı musluğa dayayıp su içer, yus yuvarlak bir taş bulur; sevinirdik.

Üzülmek:

Topumuz patladığında, gazoz kapaklarımız ıslanıp paslandığında üzülürdük. Silgimiz kaybolduğunda, yakamız koptuğunda üzülürdük. Saklambaç oynarken başka birisi yerimizi çaktırırdı, oyunun en heyecanlı yerinde evinde televizyon olanlar susam sokağı izlemeye giderdi; üzülürdük. Hasta olunca oyun oynayamadığımız için üzülürdük.

Susmak:

Suç işleyince susardık. Büyüklerimiz konuşurken, bozacı sokaktan geçerken, bilmediğimiz bir yerdeyken, tanımadığımız birisi gelirken susardık. Az konuşur, çok yapardık. Bilmezdik ve susardık.

Korkmak:

Akşam ezanından sonra eve gitmekten korkardık. Yalan söylemekten, mahallenin delisinden, o her mahallede bulunan bahçe içindeki metruk eve girmekten. Yan sokağın köpeğinden, okula iğneci gelmesinden, karşıdan karşıya geçmekten korkardık. Bahçesi çiçekli teyzeden korkardık ve topumuzun da en korkmadığı hep onun bahçesi olurdu.

Hayal Kurmak:

Her gün ve günün çoğu vaktinde hayaller kurardık. Yalnızken de, kalabalıkken de hayal kurardık. Hayallerimizi konuşurduk. Hayallerimiz ne kadar da masumdu. Düşmanımız olmadığı için, kahramanlık hayalleri de kurmazdık galiba… Kumandalı arabamız olurdu kah, kah at olurduk, rüzgarın oğlu, şimşek vs. olurdu adlarımız. Toprağa sopalar çakıp pedal yapar; hayali otobüsümüzde yolculuklar yapardık.

Sevmek:

Annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, öğretmenlerimizi severdik. Bakkalı, allı güllücüyü, pamuk şekerciyi de severdik. Ayvasından, incirine, ekmeğinden, zeytinine her şeyi severdik. Henüz kendimizi sevmeyi bilmiyorduk, belki de ondan her şeyi seviyorduk.

Küsmek:

Az küserdik ve az sürerdi küsmelerimiz. Anlık küser, biraz sonra gülerdik. Kin tutmaz, biriktirmezdik kızgınlıklarımızı. Büyüklerimize de küsmezdik mesela… Hayata da hiç küsmezdik. Topumuzu dikenliğe kaçırana, kazanı çömleği patlatana küserdik; ona kadar saymadan da biterdi küskünlüğümüz.

Barışmak:

Bedel istemezdik barışmak için ve ödemezdik. Bir gülücük kadar kolaydı barışmak bizim için. Barışır barışmaz sımsıkı sarılır, daha bir sevinçli ve heyecanlı devam ederdi küsüp de yarıda kalan ne varsa. Sanki barışmak için küserdik. Zaten “barış”ın karşılığı “savaş” değil, küsmekti bizde…

Paylaşmak:

Yukarıda bazılarını yazdığım ve hayatımızı oluşturan diğer kavramlar da dâhil, hayatın bütününü paylaşırdık. Ve nasıl yaşanıyorsa, aynen öyle paylaşılırdı her şey. Anlatarak, göstererek değil; birlikte yaşayarak. Yemekse, birlikte yiyerek. Topsa birlikte teperek. Simitler bölünmeden yenmez, bisiklete asla tek kişi binilmezdi. Oyun sonunda sökülene iade edilirdi sermayesi:) Her koku paylaşılırdı mahallede, kaselerle, tabaklarla. Çayırda kazanlar kaynar, salçalar, yufkalar birlikte yapılır. Oyun arasında çocukların hepsi çağırılıp zorla ikram edilirdi teyzeler tarafından. Ve kimse kendi çocuğunu ismen çağırmazdı. Hangi kadın olursa olsun “çocuklar, oğlum, kızım” bizim hepimizin ortak adıydı.

Şimdi:


Kıyas yapıp da ağzımızın tadını bozmayalım, o işi herkes kendi kendine yapsın bir ara…Her alanda kıyaslar yapılıp, yok yolların kilometresi, barajların sayısı gibi çok ciddi ilerlemeler sağlanırken; geriye gidenlere değinmiş oldum farkında olmadan… Ahlakımız, kültürümüz, edebimiz, irfanımız hala geriye gitmeye devam ediyor. Hem de daha da hızlanarak. İmkânlar arttıkça şımaran, doymayan, kendini kutsayan insanlar olarak Nemruttan, Karun’dan, Firavundan farklı bir sona gidilmesi zor görünüyor.Hayat…“…İman dahi hayata hayat olsa…” diyor Üstad Bediüzzaman ya… bu kadar ilerleme ile geriye giden insanın fani hayatını ibka etmesinin başka yolu da görünmüyor doğrusu. Yani yukarıdaki maziye gidişimizdeki hisleri ve hayatları Hakan Peker’in “hey corç, versene borç”, Harun Kolçak’ın “gir kanıma” şarkılarını dinleyip geri getiremeyeceğimiz ve baki yapamayacağımız çok net. Tam tersine bu saçmalıklardan sıyrılıp, hayatı veren ve alacak olan Rabbimizin rızası doğrultusunda yaşamaktan başka çaremiz yok! Zamanın, mekanın, hayatın, ölümün, gecenin, gündüzün, her şeyin sahibi  O’ndan başkası değil. O halde geçmişi daha güzel ve ebedi bir geleceğe çevirmenin ve Allah’ın rızasına kavuşmanın çarelerini, yollarını arayarak geçmeli artık hayatımız.

Bediüzzaman hazretlerinin bu yolculukta istifade ettiği ve bizlerle paylaştığı dört adımı ve bunları aldığı ayet-i kerimeleri hatırlayalım(Detay ve izahlı halleri için bakınız: Bediüzzaman/Mesnevi-i Nuriye/Onuncu Risale):1.   Necm Suresi/32: Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Bunu tefsir ederken Üstad Hazreleri bir ayet-i kerimeyi daha nazara veriyor; Furkan Suresi/43: Nefsinin arzusunu kendisine mabud onun her emrine uyan (kimseyi gördün mü?))2.   Haşir Suresi/19: Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara akıbetlerini unuturmuştur.3.   Nisa Suresi/79 : Sana her ne iyilik erişirse, Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir.4.   Kasas Suresi/88: Her şey helak olup gidicidir. O’na bakan yüzü müstesna.

Fatih SAFİTÜRK – 20.09.2018

error: Content is protected !!